Sayfalar

Hamd, ancak Allah'adır. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Çağdaş Câhiliyye İnsanının Islah Edilmesinde İzlenecek Tavır


Önce, durum tesbitiyle konuya başlayalım. Bugün, içinde yaşadığımız topraklar dâhil, hemen bütün dünya, en ilkel, en gerici, en bağnaz şekilde câhiliyye hayatını sürdürmektedir. Bireylerin çoğu, düzenlerin tümü, egemen ekonomik sistemler, resmî eğitim anlayışları ve ahlâk, yani tüm yaşama biçimleri câhiliyye zulmü altındadır.

Câhiliyye, İslâm’ın zıddı demek olduğundan, onun değiştirilip ıslâhı da ancak İslâm’la mümkün olacaktır. Câhiliyye insanını ıslah etme çabaları da müslümanın yeryüzündeki halifelik ve îmâr görevlerinin başında gelir. Bu türden gayretler sâlih amel ve cihad olarak adlandırılır. İman, gönüllerde pasif bir inanış, vicdanlarda hapis hayatı yaşayan kuru bir inanç değildir. O bulunduğu kalbi ve kalıbı ihyâ ettiği gibi, çevresini de başta şirk ve Hakk’a isyan olmak üzere her türlü pislikten arındırmaya çalışan bir ıslah
hareketidir. Mü’minin en temel özelliğinden biri, sâlih amel sahibi olmasıdır. Sâlih amel, insanın hem kendini hem toplumu ıslah edecek davranışları Kur’an ölçüsü içinde yerine getirmektir. İnsanın kendi içindeki câhiliyye ve fesâda meyille mücâdelesinden başlayarak çevresindeki fitne ve fesâda karşı İslâmî tavrıdır sâlih eylemler.

İnsanın fesâda meyilli yapısı da, sâlih mü’mini iç fesâda karşı daima uyanık olmaya zorlamalıdır. Bu, nefisle cihaddır; nefsin fesâda meyline karşı cihad. Mücâhid, fesâdı salâha çevirendir. Gerçek mücahidlik, kişinin içini ıslah etme gayreti olmadan ortaya çıkmaz; çıkarsa bu cihad değil, terör olur. Muvahhid müslümanların her şeyden önce, kendi nefislerindeki câhiliyyeden arınmaları, nefislerini ıslah edecek ibâdet ve takvâ ile bu konuda fiilî duâ yaparak Allah’tan yardım istemeleri gerekmektedir. Öyle bir aktif imana sahip olunmalıdırlar ki; eğitim ve geçim gibi gerekçelerle câhiliyyenin her çeşit propaganda, reklâm, emir ve yasaklama gibi tavırları karşısında onların çirkin ahlâkına, özendirmek istedikleri yaşantılarına tiksinti ile bakabilmelidir. Onlardan etkilenen pasif ve edilgen bir nesne yerine, onları etkileyebilecek, onlara iyiliği emredip kötülüğü yasaklayabilecek bir özne seviyesi göstermelidir. Giderek tüm dünyadan fitneyi, şirki, zulmü, sömürüyü, işgali kaldırmak için gerekli her türlü gayret, çaba ve fedâkârlığı üstlenebilmelidir.

Câhiliyyenin iki temel özelliğinden biri şirk, biri câhilliktir. İslâm’ın dışında olan her şey câhiliyye kapsamına girdiği için bilinçli-bilinçsiz şirk câhiliyyenin en temel vasfıdır. Bu özelliğin sebebi de câhilliktir. O yüzden câhiliyyenin ıslahı da tevhidin tebliği ve İslâm’ın güzelliklerinin öğretilmesi olmalıdır. Câhiliyye virüslerinin gönülden ve zihinden temizlenme gayretiyle tevhidin ikamesinden başlanmayıp da ahlâkî tavsiyelerle, hatta ibâdetlerin öğütlenmesiyle işe başlanması Kur’an ve Sünnet prensibi değildir. Şirkin izâlesi ve câhiliyye insanının ıslahı için peygamberlerin ve Kur’an’ın başladığı yerden başlamak gerekmektedir. “Allah’tan başka ilâhın olmadığı ve sadece O’na kulluk yapılması” mesajı, tüm peygamberlerin câhiliyye toplumunun ıslahı için kaldıraç noktasıdır.

Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında bu cehâlet/câhiliyye vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti Asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Dört değil, on dört taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.

Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu İmanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da İmanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.

İslâm, hiçbir zaman nazarî inanç ve birtakım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan birtakım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz.

İslâm’ın hedefi, câhiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyânâtına mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” (3/Âl-i İmran, 110). “İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye…” (2/Bakara, 143)

Eskisiyle, moderniyle çağdaş câhiliyye insanını iki gruba ayırmak gerekir. Birinci grubu mele’ ve mütraf da denilen müstekbir grup oluşturur. Bunlar şu veya bu yönden şu veya bu ölçüde egemen ve etkin zümredir. İkinci grup ise müstaz’af halk sınıfıdır. Her iki grup da ıslaha yönelik dâvet ve tebliğe muhtaçtır; tümüne İslâm (Kur’anî ve tevhidî ölçüler içinde) ulaştırılmalıdır. Fakat kendilerine bakış ve uygulanacak yöntemler yönüyle bu iki gruba karşı tavrı ayrı ele almak gerekir.

Tâğutların, zâlimlerin, egemen müstekbirlerin, emperyalistlerin kasıtlı ve bilinçli olarak İslâm’a düşman olduklarını değerlendirebiliriz. Bunlar İslâm’ı bilmediklerinden değil, gâvurluklarından tavır aldıklarını düşünebiliriz. İslâm’ı doğru şekilde bilmiyorlarsa bile, bu, kendilerine İslâm ulaşmadığı ve imkânsızlıktan ötürü değil; önemsemediklerinden, gurur ve kibirlerinden dolayıdır. Bu kesim, en basit bir bilgiye bile kolaylıkla ulaşabildikleri gibi; ellerinin altındaki bilgisayar aracılığıyla, internetten veya rahatlıkla temin edebilecekleri kitaplardan ve çevredeki âlimlerden önemsedikleri, ilgi duydukları şeyleri öğrenebilirler. Ama, kendi halinde geçim derdiyle uğraşan, spor, müzik, film ve tv. ile uyutulan ve uyuşturulan müstaz’af (gariban) halk kitlesine daha müsâmahalı yaklaşmalıyız. Bu ikinci gruba düşmanlıkla, kızgınlıkla, dışlayarak değil; acıyarak yaklaşmalıyız. Zavallı kurbanlardır bunlar; düzenin ve çevrenin kurbanları. Bunlar, bilinçli olarak İslâm’a düşman sınıfı oluşturmaz. Bunlar müslümanların kaybolmuş, çalınmış çocuklarıdır. Bunları tekrar kazanmak için dinin tedric, rahmet, af, müsâmaha, sabır, müellefetu’l-kulûb gibi kavramları istikametinde tevhidî bir tebliğ ve eğitim önceliklenmelidir. Bu tebliğ çalışmalarında da hikmet ve güzel usullerden ayrılmamalıyız.

Birinci grup câhiliyye insanı daha farklıdır. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen bu etkin ve yetkin grup, yeryüzünde kendi keyiflerine göre bir sistem kurmaya, oluşturdukları câhiliyyeyi diğer insanlara dayatmaya çalışırlar. Dünyevî hırslarını, iştah ve şehvetlerini tatmin için her yola başvururlar. Hedeflerine varabilmek için hiçbir kural tanımazlar. Diğer insanların haklarına ve hürriyetlerine tecâvüz ederler. İşte yeryüzünde fesâdın kaynağı budur. Allah’a açıkça isyan, yeryüzünü fesâda vermek olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslâmî hükümler, insanların huzuru için vaz’ olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak, insanlar İslam’a sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa, yeryüzündeki fesâdı ve fesâdın kaynağını tesbit etmek kolaylaşır. Kâfirler, müşrikler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.

Bunca açık delillere rağmen Allah’ı inkâr edebilen ya da içinde bulundukları şirk mikrobunu etrafa bulaştıran, O’nun yolundan/dininden başka yol/ideoloji seçen ikinci gruptaki anormal insan(!)lara karşı tavrımız müdafaa değil; hücum olmalıdır. Dâvet ve tebliğ aşamasında, soruyu soranlar bizler olmalı, Kur’an’ın gündemindeki ana konularla net bir şekilde onları Hakk’a dâvet etmeliyiz. Yok, bu dâvetin başkaları tarafından yapıldığından şüphe etmiyorsak, tâbi olmama, itaat etmeme, yüz çevirme, güzel şekilde mücâdele etme aşamalarından sonra, hâlâ fesat ve fitnelerini yaygınlaştırmaya devam ediyorlarsa o takdirde müslümanlar olarak güçlerimizi birleştirerek cihad ve kıtâl aşamalarına geçmenin yolunu açmalıyız. Şuurlu mü’minlerin, yani ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve müfsidlerle mücâdele etmeleri gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesat egemen olur ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilâfetindeki amaç gerçekleşmez: “Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (2/Bakara, 251). Bilinçli şekilde Allah’ın dinine karşı savaşanlara karşı biz de onların anlayacağı dili kullanmalıyız. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76)

Câhiliyyenin Fesâdı Karşısında Mü’minlerin Görevleri

Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “sâlih amel” ile “iman” kavramları âdeta bağımsız düşünülemeyecek kadar iç içe birlikte kullanılmıştır. Sâlih amel, açıkça imanın dışa yansıyan gerekliliğidir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaların yaygınlaştığı ve vahyî ölçülerden uzaklaşıldığı her dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi mü’minlerden beklenilen temel farîzadır. Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz sâlih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara uymaları veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır (28/Kasas, 19).

Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette kimseyi ortak koşmayan (18/Kehf, 110), Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan (7/A’raf, 170), cehalet ve kötülükten arınmaya çalışan (17/İsrâ, 9), mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden (49/Hucurât, 10), rasullerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan (9/Tevbe, 120), iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan (3/Âl-i İmran, 114), Allah’a çağırıp ben müslümanlardanım diyen (41/ Fussılet, 33) kimselerdir.

Salâh vasfı, hem dünyevî, hem de uhrevî özelliği bünyesinde taşımaktadır. Salâh ve ıslah, hem insanın Rabbine karşı kulluk görevlerini, hem kendinden başlayarak topluma karşı insanlık görevlerini içerir. Islahat, aynı zamanda, devrimci bir eylemdir. Bozulmuş ve sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden egemen kılma çabasıdır. Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular istikametinde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır.

Islah eylemi, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî ilkeleri yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmayı amaçlayan soylu ve köklü bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı inkılapçı bir öz taşır. O, Rabbimiz’in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek (6/En’âm, 48) kendi nefsinde inkılâbı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İman edip sâlih işlerde bulunanlar, halkın en hayırlılarıdır (98/Beyyine, 7) ve onların da çok olmadığı bilinmektedir (38/Sâd, 24).

İnsanın ürettiği fesattan en büyük payı şirk ve putperestlik, ikinci olarak münâfıklık, üçüncü olarak da yahûdi kesimi almaktadır (Bkz. 17/ İsrâ, 4; 7/A’râf, 85; 2/Bakara, 11). En yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sahip olma uğruna sergilediği fesattır (Bkz. 27/Neml, 34). Böyle olduğu içindir ki, insanlık tarihi boyunca medeniyet ve saltanatların çöküşüne de fesatlar sebep olmuştur (Bkz. 28/Kasas, 4, 83; 89/ Fecr, 12; 40/Mü’min, 26; 27/ Neml, 14).

Kur’an-ı Kerim’de “yeryüzünde fesâd çıkarmayın” veya “ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesâd çıkarmayın” anlamlarındaki ifadeler, bazı âyetlerde tekrar edilir. Selef ulemâsına göre “yeryüzünde fesat çıkarma” ifadesi, Allah’a açıktan isyan etmek demektir. Müfessirler, bu ifadeyi, genel olarak, Allah’a şirk koşma, Allah’a isyan, yeryüzünün fesatla dolması, peygamberleri yalanlama, nübüvveti inkâr etme, dolayısıyla Allah’ın emirlerini kabul etmeme, Allah’ın dini hakkında şüphe etme, kibirlenme ve büyüklük taslama, harp ve fitne çıkarma şeklinde yorumlamaktadırlar.

Ayetlerde mutlak olarak zikredilen fesat, ister inanç, isterse amelî konularda olsun, insana zarar veren ve onu maddî ve mânevî helâke götüren her türlü davranıştır. Fesat çıkaranları (müfsidleri) Allah’ın sevmeyeceği (5/Mâide, 64; 28/Kassas, 77), onların işlerini düzeltmeyeceği (10/Yûnus, 81) gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Allah’ı inkâr, şirk ve Allah yolundan alıkoymak, en büyük fesatlardandır, sonuçları da acıdır: “İnkâr (küfr) eden ve Allah’ın yolundan alıkoyanlara fesatlarına, bozgunculuklarına karşılık azap üstüne azap veririz.” (16/Nahl, 88)

Fesâdın yaygın görünüşü, insan hakları ihlâlleridir. Bunlar, kan dökücülük, sömürü ve tahakküm ilişkileri biçiminde kendini gösterir.

Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve politik seçkinler, toplumlarında kötülüğü ve fesâdı yaygınlaştırırlar.

Kur’an, fesat üreten birey ve toplumların diğer insanlara, kendilerini barış taraftarı olarak sunduklarını, bu şekilde de halkı kandırarak ikinci bir fesâdı gerçekleştirdiklerini ifâde eder (2/Bakara, 11). Sulh/barış taraftarı gözüken nice sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddarcasını yapmakta, ıslah adına yeryüzünü ifsâd etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları mahvetmektedir. Kur’an’dan yola çıkılarak diyebiliriz ki, Allah’a tevhidî biçimde iman etmeyenlerin, Allah’a hakkıyla kulluk/ibâdet ve insanlığın hayrına çalışmalar demek olan sâlih amelden yoksun olanların ıslah ve barışseverlik iddiaları aldanma ve aldatmadan ibârettir.

Fesâdın yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerin, egemenliği elinde bulunduran etkili ve yetkili çevrelerin birinci derecede katkısı vardır. “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki; onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kimse kalbinde olana Allah’ı şâhit tutar. Halbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidara (velâyete) geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesâdı sevmez.” (2/Bakara, 204-205). Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, inançsız ve ahlâksız kanallar, resmî ve çoğu toplumsal kurumlar fesat alanında şeytanla yarışmaktadırlar.

Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı, câhiliyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.

Câhiliyye; düzendir, düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/şirktir, ahlâk(sızlık)tır, çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır, bâtıldır, uydurmadır, hevâdır, zandır, bilgisizliktir.

Modern çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü, ahlâk(sızlığ)ı, dünya görüşü ve değer yargılarının, her çeşit şirkin çok ilkel olduğunu, on dört asır öncesinin câhiliyye hayatına dönmek isteyen gericilik olduğunu göstermektedir. Müslümanlara gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi hortlatmak isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı değer yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır. Câhiliyyenin itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında câhiliyye zannı ve inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır (Bak. 3/Âl-i İmrân, 154). Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan, hevâya dayanan ahlâk anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu ifsâd edecek şekilde açılıp saçılması şeklinde kendini gösteren, kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren, kadınları hor gördükleri için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri gömmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler (Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl, 58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14).

Câhiliyyenin temel özelliklerinden biri de yönetim şekli, düzen konusundadır. Her dönem câhiliyyesi, Allah’ın indirdikleriyle değil, kendi hevâlarından kaynaklanan câhiliyye yönetimini isterler, böyle bir yönetimin en iyi idâre sistemi olduğunu iddiâ ederek insanları onunla yönetip zulmetmekten vazgeçmezler (5/Mâide, 44, 45, 47, 50). Câhiliyyenin bir diğer temel özelliği gayr-ı İslâmî (câhilî) yaşayış biçimidir, değer yargıları ve dünya görüşüdür. Bu, daha çok câhiliyye taassubu, barbarlığı, ataların yolunu körü körüne sürdürmek isteyen taklitçilik şeklinde ortaya çıkar (Bak. 48/Fetih, 26). Her dönem câhiliyyesi ilme/vahye dayanmadığı, câhilliğe, zanna dayandığı için toplum, esas bilinmesi gerekeni bilmeyen, esas inanması gerekene gerektiği gibi inanmayan, özden ve özünden kopan, bilgi kirliliği içinde kaybolup Haktan uzaklaşan insânât bahçesidir. Onun için câhiliyyede putlara tapma, sömürü, fâizcilik, ırkçılık, kan dâvâsı, câhilliğin temel görüntüsü olan Kitapsızlık, Kitapsız toplum, zulüm, şiddet ve zorbalık, (fallar, burçlar, astroloji, yıldızların kader belirlediği anlayışı gibi) bâtıl inanç ve hurâfeler, tahrifatçı din anlayışı, geleneğin din yerine geçmesi gibi hususlar sözkonusudur.

Seyyid Kutub’un dediği gibi; şimdi tam bir yol ayrımındayız. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm, ya câhiliyye! Ya iman, ya küfür ve şirk. Ya Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.

Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesâdın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah’ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücâhede, mücâdele ve mukatele etmektir.

Câhiliyyenin açtığı ve kıyâmete kadar sürdüreceği savaşın bilincinde olup her çeşit câhiliyyeyi terk eden, câhiliyye insanını ıslaha gayret eden, safını Allah’tan yana seçip İslâm’a teslim olan ve toplumu yeniden Saâdet Asrı’na dönüştürüp saâdeti/İslâm’ı asra taşımaya çalışanlara selâm olsun!


Ahmed Kalkan(Not: islam akidesine ters bir kaç nokta düzeltilmiştir, örneğin cahil kimselerin tekfir edilemeyeceğini, bunun haksızlık olduğunu söylemişti, bu ve bunun gibi olan hatalar düzeltilmiştir, bunun böyle olmadığının delilleri daha önce sizinle paylaştığımız risalelerde mevcut  .)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.