Sayfalar

Hamd, ancak Allah'adır. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz.

28 Şubat 2013 Perşembe

Hakkın mı ? Halkın mı ? Egemenliği


Hüküm ve Hâkimiyet Egemenlik anlamında Kur’an’da “hük(ü)m” kelimesi kullanılır. "Hükm" kelimesinin sözlük anlamı, yargı ve yargıda bulunmak, hükmetmek, karar

vermek, idare etmek, ata gem vurmaktır. Hakkında âyet ve hadis olan itikada ve ibâdete ait bütün prensiplere “hüküm” denilir. Hükmün çoğulu “ahkâm”dır. Ayrıca, hâkimlik, âmirlik, tesir gücüne sahip olma gibi anlamlarda da kullanılır. Emir ve irâde demektir. Gerçekte hüküm, kelime anlamıyla önlemek, engel olmak, menetmek anlamındadır; hâkim kelimesi de haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir. Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi; filan adam, “bu konuda şöyle hükmetti”, “falancanın hükmü şöyledir” denilir. Sözü geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına da gelir. Bu mânâda; “Allah’ın dediği olur” anlamında “Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir” deriz.

Kur’an-ı Kerim’de, insan fiilleriyle ilgili beş yüz kadar âyet vardır. Bunlara “ahkâm âyetleri” denmektedir. Peygamberimizin, ahlâk, öğüt, âhiret, ibâdet, muâmelât (insan ilişkileri) ve ukubat (cezalar) ile ilgili hadislerine de “hüküm-ahkâm hadisleri” adı verilir.

Bir konuda Allah’ın bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la, gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükme teslim olmak, tüm işlerinde Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Peygamberimiz de kendi hevâsından hüküm koymadığı, onun hükümleri de Allah’a dayandığı için aynı durum sözkonusudur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı (alternatif ve farklı seçenek) yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36). Allah’ın hükümleri dışındakilere “câhiliyye hükmü” denir. Mü’minler, câhiliyye ile hükmetmezler (5/Mâide, 50). İman edenler, dinî hükümlere teslim olurlar, bir konuyla ilgili veya insanlar hakkında hüküm verme durumunda olurlarsa, adâletle hükmederler (4/Nisâ, 58). Şer’î hükmün kaynağı da yalnızca Allah’tır. Hüküm Allah’tan kaynaklandığı için Allah’ın güzel isimlerinden biri el-Hakem, biri de el-Hakîm'dir.

Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak durumundadırlar. Cemiyetin düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza; “hüküm nedir? Hükmetme hakkı kime aittir?” gibi sualler çıkacaktır. Araplar, atı gemlemeye de hukm derler. Dolayısıyla "hukm"ün “zapt u rabt altına alıp terbiye etme, boyun eğdirme” mânâsı sözkonusudur. Hâkim, mahkeme, hakem gibi günümüzde sık sık kullanılan kelimeler, aynı kökten gelir. Hüküm sahibi denildiği zaman, Türkçede kullanıldığı şekliyle, “hâkimiyet ve egemenlik” kelimeleri gündeme girer. “Hâkimiyet/egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” sloganında; yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında bir tercih vardır. Bu tercih, “ulusun gücünün üstünde, hiçbir gücün olmadığı” iddia ve ifadesidir ki, bir müslümanın bu sloganı kabul etmesi mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim’de, “(Ve şu emri indirdik:) İnsanlar arasında Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmet! Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma” (5/Mâide, 49) emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek üzere hüküm koyma hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan hükümlere câhiliyye hükmü denilmiştir. Müslüman, kayıtsız şartsız olarak, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine tâbi olan kimsedir. “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl murâdına erenler bunlardır.” (24/Nûr, 51). Arzularını İslâm’a tâbi kılmayan kimselerin iman iddiaları bir vehimden ibarettir. Zira Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, arzusunu İslam’a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.” (İbn Kesir, III/490; Ferrâ el-Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, -Beyrut, 1987- I/160)

Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğuta küfrederek onu inkâr edip tanımayarak Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.” (2/Bakara, 256) hükmü beyan buyrulmuştur. Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi; Allah'a iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak. İkincisi; Tâğuta kalben teslim olup, hevâ ve heveslere göre yaşamak. Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir. Tâğut kelimesi, tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek) mânâsınadır.  Kendisi  için  tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her şey tâğuttur. İslâmî ıstılahta; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyan her güce tâğut ismi verilmiştir. Tâğut, sapıklıkta önderlik (liderlik) eden herkese şâmildir. Tâğutî güçlerin icad ettiği hükümlere câhiliyye hükümleri demek mümkündür. Nitekim Kur'an'da; “Onlar, hâlâ cahiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek iman ve ilim sahibi) bir kavim indinde, hükmedici olarak Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50) buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden maksat, “darü’n-nedve” benzeri mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden (ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır. Câhiliye hükmü; Allah’ın indirdiğinin dışında, İlâhî hükümlere ters düşen hükümler demektir.

Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberler insanları, Allah’ın emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu dâvet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyâmete kadar devam edecektir. Kur’an’da Hz. Yusuf kıssası beyan edilirken bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır: “Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden başkası değildir. Allah bunlar hakkında hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm/egemenlik sadece Allah'a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden gayrisine ibâdet/kulluk etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)

Hüküm ve emir, Allah'a mahsustur. Hesap gününü düşünen her insan yeryüzünde, Allah’ın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza memur kılındığını asla unutmamalıdır. Kur’an’da, “Allah, hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir?” (95/Tîn, 8) denilmektedir. Allah, mutlak hüküm koyucu, hükmeden, hükmünü geçirendir (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y., s. 188-191).

Allah, insanların da kendi gösterdiği gibi hükmetmelerini istemektedir: “Kitabı sana hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.” (4/Nisâ, 105) Allah, peygamberleri, Allah’ın hükmünü yürütmek için göndermiştir. Adâletle hükmedebilmek için de Allah’ın gönderdiği Kitab’a uymak gerekir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler ise, şüphesiz kafir, zâlim ve fâsık olurlar (5/Mâide,44, 45, 47). İlâhî hükümlere alternatif olarak başka bir hüküm kaynağını Allah’ın hükmüne tercih ederlerse, bunlar kâfirlerin ta kendileridir (5/Mâide, 44). Bu egemen kâfirlere Kur’an tâğut der.


Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır!

Kur’an’a Göre Hâkimiyet Türleri: Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50). Başka âyet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.

İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkında İbn Kesir şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (5/Mâide, 50. âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat (kanun, hüküm) olmuştu. Onlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş, az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l Azîm, II/67)  

Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah’ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.

İslâm’a Göre Hâkimiyet: İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah’tan ayrı olarak ya da Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez (18/Kehf, 26). İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir (İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38). Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor (4/Nisâ, 65).

Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda farklı istediklerini tercih etme yetkisi yoktur (33/Ahzâb, 36). “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm (el-Muhallâ, 9/362), buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...” (5/Mâide, 49) âyetini göstermiştir.


Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrı, dinleyip itaat etmekten ibarettir (24/Nûr, 48-52). Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir (4/Nisâ, 105). Allah'a ve Rasûlüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının, yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13). Allah'a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne yanaşmazlar (4/Nisâ, 60-61).

Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah’ın ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez (4/Nisâ, 65). Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah’ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının; esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tayin edilmiş olduğundan, bağımsız bir teşrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.

Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar (4/Nisâ, 59, 65). Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar (5/Mâide, 44, 45, 47).


Demokrasi ve Hâkimiyet

Demokrasi, bilindiği gibi Batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği; insanın kendini ilahlaştırarak, Tanrıya başkaldırmak, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey Tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?” (25/Furkan, 43) İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.

Batı uygarlığının karşısında İslâm nizamı vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı, şeytanı ve iki ayaklı şeytan konumundaki İlâhî hükümler dışında hüküm koyan veya o hükümleri uygulayan kişileri kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.” (6/En’âm, 153). Bu âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.

Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.

Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.

Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.

Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğunluğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan parti çoğu zaman iktidar olabilir. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve coğrafyamızda birçok seçim sistemi uygulanmıştır. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülememektedir. Demokrasi, uygulamaya geçtiği tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduğu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuş değildir.

İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır. Sadece İslâm, insan hayatını bütün yönleriyle ve boyutlarıyla kuşatmayı hedeflemiş ve gerçekten kuşatmış kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanın hayatını bütün boyutlarıyla kuşatmak iddiasında olmadığı için bazen müşterek birkaç beşerî ideoloji veya beşerî din bir araya gelir ve insan hayatını kuşatmaya çalışırlar. Beşerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiğiniz zaman, siz sadece o kadarıyla hayatınızın tamamını tanzim edemezsiniz.

Hayatınızın diğer açıklarını, diğer yönlerini de uygun göreceğiniz veya o kabul ettiğiniz sistemle uyuşabilecek başkalarıyla doldurursunuz. Bütün beşerî sistemlerin en büyük ortak paydası ise, laikliktir. Siyasî hayatınıza demokrasiyi getirip hâkim kıldığınız takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkınız, iktisadî ilişkileriniz ne olacak? İşte bu noktada, demokrasi bütün bunları "hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyerek millet ve milletin yetkili gördüğü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracılığıyla bu sorunları çözmeye çalışır. Temsil yetkisine sahip bulunan kişi ve kurumlar, onların hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî ilişkileri ortaya koyar. Bunların sonucu olarak bir ahlâk anlayışı da oluşur. Toplumsal hayatın gerekli diğer bütün kurumları bu yapı ile uyumlu olarak ya da en azından çelişki arzetmeyecek şekilde ortaya çıkar.

Bütün sistemler ilk ortaya konuldukları zaman, hangi çerçeve için konulmuş olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatının tamamını kapsarlar; en azında pratikte bu böyledir. Hiçbir beşerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beşerî sistemlerde deneme yanılma yoluyla mesafe alabilirler. O bakımdan beşerî sistemler esas mâhiyetleri itibarıyla bir yaz boz tahtasıdırlar. Bunu, içinde yaşadığımız beşerî sistemin meselâ kanunlarında çok rahat bir şekilde görebiliriz.

Önemli olan, müslüman olarak kişinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesidir. Müslüman için en mühim şey, amellerinin sâlih olması, eylemlerinin kabul edilecek vasıfta bulunmasıdır. Bu gerçekleşince, önde veya arkada olmak önemli değildir. Netice almış, dünyada başarılı olmuş veya mağlup düşmüş, marjinal kalmış, hiç önemli değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kıyâmet gününde kimi peygamber, yanında iki üç mü'minle birlikte gelecek." Yani iki üç tane, hatta tek başına gelen peygamberleri biz marjinal kaldı diye dâvetlerini tebliğ etmede kusurlu davrandıklarını mı kabul edeceğiz? Nuh (a.s.) 950 yıl istikamet üzere yaptığı tebliğde dünyevî açıdan netice alamadı veya çok küçük bir sonuç aldı diye, yaptıklarını küçümseyecek, marjinal kaldı diye tenkit edebilecek miyiz?

Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve arkada olmakta değil; Allah'ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah'ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nın dinidir.

Çokluk veya çoğunluk, ya da çoğulculuk denildiğinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiği bilinmelidir. Bir'inde doğruları veya eğrileri tesbit yetkisi bulunmayanların çoğunluğunun nasıl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açıklanamamıştır. Sadece sıfırların veya yalnız eksilerin yan yana gelmesiyle tatmin edici rakamların veya artıların çıktığı, çıkabildiği izah edilememiş bir kandırmacadır. Yol göstereni bulunmayan insanın şaşkınlık içinde kaldığını, bilmediklerinin öğretilmemesi halinde bir şey bilmez durumda devam ettiğini her ne hikmetse düşünemeyen insan, bir Rabb'e (eğitici, terbiye edici mürebbî'ye) hep ihtiyaç duymuştur. Bütün mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olması gerektiği hususudur. İşte insan bu noktada hep yanılmış, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamış, insana acıyan yaratıcısı merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarını bildiren elçileriyle yol göstermiştir. Çoğunun, çoğunluğun bu yolu kabul etmemesine, hevâsına uymasına rağmen yaratıcı Allah tekrar elçiler göndermiş ve kullarına gerçekten acıdığını, mağfiret ediciliğini göstermiştir. Kur'an bu yol göstericiliğin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.

Analarının karnından bir şey bilmed halde çıkarılan insanların, çıkışlarını takip eden bir süre sonra "küllü şey'in kadîr" bir varlık haline dönüşmesi mümkün değilken, insanın temel yanılgısı, böyle olabildiğini sanması, yani kendini, hevâsını, kendi gibi insanları tanrılaştırmasıdır. Bu sanı ve değerlendirme, insanı azgınlaştırmakta; tuğyânı, bağyi ve fesâdı giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diğer insanlara yönelmiş; yaşadığı dünyayı, içinde kendisi de bulunduğu halde berbat etmektedir.

Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?" (93/Duhâ, 7). İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.

Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır.

Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.


Demokrasi Oyunu

“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.

Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.

Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.

Ve bir düdük öttürüldüğünde, bir balans ayarı yapıldığında, bir muhtıra verildiğinde halkın irâdesi ne durumlara düşmektedir? Demokrasi, demokrasinin raylarına oturtulmak adına katledilerek demokratik(!) darbeler yapılır her on senede bir. Demokrasiye kimler ve ne adına balans ayarı yapmaktadır? Partileri halka rağmen kim kapatmakta ve kapatmakla tehdit etmektedir? Bunun demokrasi ile neresi bağdaşmaktadır? Milyonlarca oyu kim, hangi gerekçeyle geçersiz/etkisiz saymakta, daha az oya daha büyük yetkiyi kim, nasıl vermektedir? Demokrasi ile ilgili bu tür sorunları ve soruları çoğaltmak mümkün...

Kapitalizmin sömürüsünü perdeleyen bir simgedir demokrasi. Demos-kratos: Yunanca; Halkın yönetimi anlamına geliyor, yani halkın hâkimiyeti. Batılıların helvadan putudur demokrasi; istedikleri zaman yiyip yutarlar. Batılılar niçin Filistin’de, Tunus’da, Kuveyt’te, körfez ülkelerinde, Suudi Arabistan’da vb. yerlerde demokrasi istemez? Bazı yerler içinse zorunludur demokrasi. Batının, demokrasi kavalıyla kolay güdebileceği ülkelerde her konunun demokrasiyle ilişkisi kurulurken; bazı ülkelerdeki krallık ve despotluğa karşı çıkılmaz. Batı, işine gelmediği yer ve zamanlarda, emir kulları aracılığıyla demokrasiyi askıya alır veya aldırtır, darbeler yaptırır.

Demokrasi, monarşinin egemenliğine göz dikmiş, krallık veya padişahlığın yanlışları üzerine antitez olmuştur. Gerçi demokrasinin beşiği denilen yerlerde, Batıda kral ve kraliçeler hâlâ en üst yöneticilerdir; bu tezat bile değerlendirilmez. İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Lüksemburg gibi ülkelerin başında hâlâ kral veya kraliçeler vardır. Padişahlığa alternatif olarak kabul edilen demokratik T.C.’de 550 tane padişah ve arkalarında sayısını kimsenin bilmediği gizli padişahlar bulunan bir anlayış mıdır halkın istediği yönetim? Câhiliyye dönemindeki müşrikler de demokrattı. Mekke’de de demokrasi vardı: İsteyen istediği putu serbestçe seçebiliyor, kimse karışmıyordu. Aynı özgürlük çağdaş câhiliyyede de vardır: Zulümlerden zulüm beğenebilir, tâğutlardan bir tâğut seçebilir insan, günümüzdeki çağdaş demokrasilerde. Hakkını yemeyelim: Tavuklara kümeslerini, bekçilerini ve kurtlarını seçme hakkı verir demokrasi. Hileli yollarla da olsa, halka gardiyanlarını seçme hakkı verir.        

“Demokrasilerde çare tükenmez” mi acaba? Bugüne kadar ülkedeki çaresizliklere ne demeli? Doğrusu şöyle olmalı: “Demokrasilerde çene tükenmez!” Politika, iş üretmeye değil; laf üretmeye dayanır bu ülkede, demagoji, laf yarışı, kandırma tükenmez bu düzende. Halk seçime katılabilir, ama yönetimi hiçbir zaman ele geçiremez. Yönetim ve halk ayrımı vardır halkın idaresi denilen demokraside.

İslâm’da halkın değil; Hakkın hükmü önemlidir. Halk Hakka kul olmalı, O’nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü,“insanların çoğu bilmezler” (45/Câsiye, 26), “insanların çoğu şükretmezler” (40/Ğâfir, 59), “insanların çoğu nankördür” (25/Furkan, 50) ve “insanların çoğu mü’min değildir, iman etmezler” (40/Ğâfir, 59). “İman edenlerin de çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler” (12/Yûsuf, 106). O yüzden halkın çoğunluğuna uymak, dalâlettir/sapıklıktır. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” (6/En’âm, 116). İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile böbürlenip üstünlük tasladığını vurgular Kur’an. Bu çoğunluğun mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını Kur'an, sayılamayacak kadar çoklukta ve ısrarla anlatmaktadır. Çokluğun ancak Allah'ı zikredip anmada, şükretmede, kulluk ve ibâdet etmede, takvâda işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur'an'da ısrarla üzerinde durulun hakikatler olarak ifade edilmektedir.

Çoğunun akılsızlıklarından bahsedilen insanlar, Allah'ın hükümlerine itibar etmeyen, Rab olarak sadece Allah'ı kabullenmek istemeyen kalabalıklardır. Sürüleştirilen, sömürülen, köleleştirilen yığınlardır. Çalışan kafalar, akl-ı selîm sahipleri, kendilerinin farkına varan kafalardır. Kendinin farkına varanlar, Allah'ın farkına varırlar; Allah ile kendileri arasındaki farkı fark ederler. Hadlerini bilirler ve O'na ait olan, olması gereken hâkimiyeti kendi zimmetlerine geçirerek haksızlık edip ilâhlık taslamazlar. "Onların (İnsanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifade etmez." (10/Yûnus, 36). Haktan, hakikatten bir şeyin ifadesi olmayan zanna uyanlar, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, gerçekten bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demek değil midir?    

Halk deyimiyle "nerede çokluk, orada ..."  Kendi taraftarları ve ideologları bile, demokrasinin görmezlikten gelinemeyecek zaaflarından haberdardır: "İyi hükümetler arasında demokrasi en kötüsü, fakat kötülerin en iyisidir." (Aristoteles)

Demokrasilerde mutlak doğru, çoğunluğun tespit ettiği (ya da öyle farz edilen) görüştür. Doğru, parmak sayısına göre belli olur. Halktır hakem, o ne demişse doğrudur. Serbest kılma veya yasaklama (helâl ve haram kılma) yetkisi, halkındır, halk tarafından seçilmişlerindir. Bunun uygulamada böyle olup olmadığı da, doğru olup olmadığı da tartışılmaz.

Yola devam diyenler, gittikleri yolun sırât-ı müstakîm olup olmadığını, hangi hükümle hükmettiklerini değerlendirerek bulabilirler. Mekke’ye gidiyoruz/götürüyoruz diyerek Washington’a doğru rotayı ayarlayanlar nasıl da kolay kandırıyorlar insanları. Hâlbuki Kur’an, dosdoğru yolun "Allah'a ve Rasûlüne itaat etmek, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraber olmak” olduğunu belirtir (4/Nisâ, 69). Aynı coğrafyada yaşayan insanlar olarak hepimiz, aynı geminin yolcularıyız. Gemide delik açanlar, sadece kendilerini batırmış olmazlar. Gâfil, hâin, ehil olmayan, güvenilmez (mü'min olmayan) kaptanın, elindeki bozuk pusula ve yanlış harita ile gemiyi sürmesine rızâ göstermek, tüm yolcular için hayatî tehlike demektir. Kaptan ve tayfaların yanlış rotalarına seyirci kalmak, tüm yolcuları da gitmeleri gereken yere ulaşmalarına engel olacaktır. "Devlet gemisinin sorumlu kaptanı, sadece bu gemiyi yöneten değil; aynı zamanda bu gemiyle yolculuk edenlerdir."

Yöneticilerin amaç ve çıkarları ile onları seçenlerin amaç ve beklentilerinin aynı olduğunu kim iddia edebilir? Enflasyon, develüasyon, vergi vb. adlar altında halk, kendi cebindeki paraları soydurmak, bazılarına hortumlatmak için mi seçmektedir seçtiklerini? Halk yargılanırken, halkın vekillerinin yaptıkları niye yanlarına kâr kalmaktadır? Kaç parlamenter bugüne kadar suçlanabilmiş ve kaç tanesi zaman aşımına uğramadan cezasını çekmiştir? Partilerin başında kapatılma korkusu Demokles’in kılıcı gibi durur; her on yılda bir darbeler âdet olduğu için, buna sebep olmamak, fincancı katırlarını ürkütmemek gerektiği savunulur. Demokratik düzenin vazgeçilemez unsurları olan partiler, kendi içlerinde sahi ne kadar demokrasiye uygun davranıyorlar? Lidere rağmen farklı görüş bildirilebilir, o istemeden birisi onun partisinden vekilliğe aday olabilir mi dersiniz?

Demokrasi, sözüm ona müslüman(!)ların bazıları tarafından kutsallaştırılır, Batılı cadı mankene başörtüsü taktırılır: “Halkın irâdesi Hakkın irâdesidir.”  “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” “İslâm, demokrasinin ta kendisidir...” Bütün bu ve benzeri sloganlar, hakka bâtılın karıştırılmasıdır.    

Konuyu özetlemek gerekirse;

 Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden “dini yalnızca Allah'a has kılma”yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm’ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm’ı hâkim kılmak için yapılacak her bir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır: 1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması, 2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılması, 3) Bu amelin, şeriatın o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitaba ve Sünnete uygun olması (ittibâ). Dolayısıyla İslâm’ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm’ın kendi bünyesinden alınmış olması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm’ı egemen kılmak için çalışma ibâdetini îfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm’la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm’ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz. Çünkü böyle bir durumda sâlih amelde aranan “ittibâ” şartı bulunmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir amel, reddedilmiş olacaktır.

Kaldı ki, her bir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir; hem de artık gerek İslâm âleminde ve gerekse coğrafyamızda yaşanan deneyimleri göz önünde bulunduracak olursak, vâkıa daha açık ortaya çıkacaktır. Laiklik ise; en azından İslâm’ın devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.

Allah’ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah’ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) reddetmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti/egemenliği, bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah’ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslümanlar tarafından reddedilmeye mahkûmdur. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen reddeden sistemlerin, İslâm’a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları reddetmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.

Müslümanlar Allah’ın Dini’ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz’î hiçbir alanda İslâm’dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O’nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: “Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir.” (29/Ankebût, 69) (A.K)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.