Sayfalar

Hamd, ancak Allah'adır. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz.

29 Mayıs 2015 Cuma

Yusuf (aleyhisselam)'ın Mısır Melikinin Yanında Görev Alması

Bu şüphe uzun yıllardır beşeri sistemlerde görev almanın, demokrasi ile yönetilen ülkelerde
parlamentoya girmenin ve bu şekilde (kendi zanlarınca) İslamı hâkim kılmanın delili olarak şüpheciler tarafından dile getirilen bir iddiadır. Kuran-ı Kerim'de Yusuf Suresi'nde ayrıntılı bir şekilde Yusuf (aleyhisselam)'ın kıssası anlatılmıştır. Burada Yusuf Suresi'ne dair ayrıntılı bir açıklamada bulunmamıza ihtiyaç yoktur.

Bilindiği üzere Yusuf (aleyhisselam) zindanda iken önce zindan arkadaşları oradan kurtulmuşlardır. Aradan bir müddet geçtikten sonra Yusuf (aleyhisselam)’ın arkadaşları zindandan çıkmıştır. Bunlardan biri, dönemin melikinin bir rüya görmesi üzerine Yusuf (aleyhisselam)’ı hatırlamış ve zindana giderek Yusuf (aleyhisselam)’a melikin rüyasının tabirini sormuş ve duyduklarını tekrar Melik’e dönerek anlatmıştır. Melik, rüyanın tabirini oldukça beğenmiş ve Yusuf (aleyhisselam)’ı yanına çağırmıştır. Yusuf (aleyhisselam) ise öncelikle kendisine atılan iftiranın bizzat iftiracılar tarafından itiraf edilmesini istemiştir. Daha sonra ise Melik, "Onu bana getirin. Kendisini yakınım edineyim" (12 Yusuf/54) demiş ve "Şüphesiz bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir bir kişisin" (12 Yusuf/54) diyerek Hz. Yusuf'a karşı duyduğu güveni dile getirmiştir. Bunun üzerine ise Yusuf (aleyhisselam) "Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim" (12 Yusuf/55) demiştir. İlimlerini tağutların saltanatını koruma adına harcayan muasır Mürcie'nin, beşeri sistemlerde yer almanın, demokrasi ile amel etmenin, demokrasinin kutsal mekanı mesabesinde olan şirk meclislerine girmenin küfür olmadığına dair en çok dillerinde dolandırdıkları şüphelerden bir tanesi Yusuf (aleyhisselam)'ın Melik'ten görev istemesi ve bu görevi kabul etmesidir.

 Onların bu noktadaki iddiaları şu şekildedir: "Yusuf Suresi'nden de anlaşılacağı üzere Hz. Yusuf kâfir bir kralın yanında, en önemli görevlerden birisine talip olmuştur. Rivayetlerde onun hazineden yani günümüzdeki anlamıyla ekonomiden sorumlu bir yönetici olduğu aşikârdır. Şayet bu durum Hz. Yusuf için caiz ise aynı şekilde bugün de Hz. Yusuf gibi İslamı hâkim kılma adına beşeri sistemlerin parlamentolarına girmek, orada yüksek makamlarda görev almak caizdir."

Allah bize ve sana hidayet etsin! bil ki; Yusuf (aleyhisselam) biri yaşarken diğeri de öldükten yıllar sonra olmak üzere iki büyük iftiraya maruz kalmıştır. Yusuf Suresi'nde de görüleceği üzere Hz. Yusuf'un yaşarken maruz kaldığı iftira bugün bizlerin dahi hiçbir şekilde kabullenemeyeceği bir iftiradır. Vezirin karısı ile zina yapma iftirası… Ancak Allah (Subhanehu ve Tealâ) Hz. Yusuf'u böylesi bir iftiradan temizlemiş ve hainlerin tuzağını yerle bir etmiştir. Hz. Yusuf'un ölümünden sonra maruz kaldığı iftira ise yaşarken maruz kaldığı iftiradan çok daha büyük, çok daha hayâsızca bir iftiradır. Bu iftira muasır Mürcie'nin Hz. Yusuf'un Allah'ın indirdiği hükümlerden sırt çevirdiği, tamamen ya da kısmen Allah'ın hükümlerini terk ederek beşerin hükümlerine sarıldığı, insan mahsulü lanetli kanunlar ile hükmettiği, Melik'in otoritesini, hükmünü ve kanunlarını kabullendiği, egemenliği, hakimiyeti, hükmü ve otoriteyi Melik'e has kıldığı yönünde atılmış bir iftiradır. Muasır Mürcie Hz. Yusuf'un Mısır Melik'inden görev almasını günümüz beşeri sistemleri ile amel etme, demokrasinin kutsal barınakları olan parlamentolara girme ve orada teşride bulunma eylemi ile kıyaslayarak açıkça böyle bir iddiada bulunmaktadırlar.

"…Ağızlarından çıkan söz ne büyük bir sözdür. Onlar sadece yalan söylü- yorlar. " (18 Kehf/5) "…Böylece gerçekten büyük bir haksızlık ve yalan ile ortaya çıkmışlardır." (25 Furkan/4) İrca Ehli öncelikle günümüz demokrasileri yolu ile parlamentolarda yer alma, Allah'ın indirdiği hükümleri terk ederek demokrasinin tapınaklarında ihdas edilen kanunlarla hükmetme amelinin meşru olduğunu ispat edebilme adı- na konuya delaleti açık, muhkem, sarih nasları terk etmişler buna karşılık konuya delaleti belki de sadece işaret yoluyla olan naslara (müteşabihe) tutunmuşlardır. Bu onların asli niyetlerinin hakka bağlanmaktan ziyade fitne çıkarmak olduğunu gösteren en önemli alametlerdendir. "Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler." (3 Ali İmran/7)

Bununla beraber şüphe ehlinden kendilerini selefe nispet eden telefilerin çoğu kıyası reddetmektedirler. Ancak iş kendi fasid akidelerini Allah'a söylettirme çabası olunca hemen Yusuf (aleyhisselam)’ın kıssasını delil getirerek, Hz. Yusuf’un amelini günümüzün tağutlarının ameli ile kıyas etmeye kalkışırlar. Böyle bir tutum onların nasları keyfi arzularına göre şekillendirebilme gayretlerinin diğer bir göstergesidir. Ayrıca kendileri ile münakaşa ettiğimiz ve kendilerine Kuran'dan Rasullerin davetleri ile ilgili bazı ayetler okuduğumuz ve özellikle de "vela ve bera" konusunda kâfir ve müşriklere karşı İbrahim (aleyhisselam)'ın tavrını hatırlattığımız zaman "Biz sadece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şeriatine uymakla mükellefiz" diyerek bize itirazda bulunurlar.Ancak konu beşeri sistemlerle amel etmeye gelince Hz. Yusuf'un kıssası ile delil getirerek Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in özellikle Mekke'de, Mekke'nin ileri gelenlerinden "Sizin dininiz size benin dinim bana" diyerek nasıl teberri ettiğini hemen unutuverirler. Şüphe ehlinin asıl amaçlarının hakka tâbiyet olmadığını ve niyetlerinin fitne çıkarmak olduğunu bu şekilde izah ettikten sonra onların beşeri sistemlere katılma hususunda getirdikleri bu delilin batıllığını açıklamakta fayda vardır. Şüphe ehlinin ortaya attığı bu görüşün sıhhat kazanabilmesi, muteber bir istidlal olabilmesi için öncelikle iki durum arasında mutlak bir benzerliğin olduğu ispatlanmalıdır. Diğer bir ifade ile şüphe ehlinin bu iddiasının doğru olabilmesi için Hz. Yusuf'un şunları yapmış olması gerekir: Yusuf (aleyhisselam) Melik'in koymuş olduğu ilke ve inkılâplara bağlı kalacağına yemin etmiş olmalıdır. Yusuf (aleyhisselam)'ın Allah'ın dininden başka bir dinin kurallarına göre hareket ederek bulunduğu göreve gelmiş olması gerekir. Yusuf (aleyhisselam)'ın görevi esnasında Allah'ın kendisine vahyettiklerine zerre kadar değer vermeksizin Melik'in koymuş olduğu kanun ve hükümleri icra etmesi gerekir.

En ufak bir ihtilaf konusunda o ihtilafın çözümünü Allah'ın vahyinde değil de Melik'in anayasasında aramalıdır. Allah'ın kendisine vahiy yolu ile haram kıldıklarını iptal ederek Melik'in haram kıldıklarını haram kabul etmeli, Allah'ın mübah kıldıklarını ise Melik'in yasalarına göre haramlaştırmalıdır. Bütün icraatlarında Melik'in kanunlarına göre hareket etmelidir. Evet… Öncelikle şüphe ehli Yusuf (aleyhisselam)'ın tüm bu fiillerde bulunduğunu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ispat etmelidir. Zira onlar Hz. Yusuf ile günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri iptal eden, Allah'ın haramlarını helalleştiren, Allah'ın mübah kıldıklarını ise haram kılan tağutları kıyaslamaktadırlar. Kıyasın temel şartı ise asıl ile (el-müşebbehu bih) ile kendisine kı- yas edilenin (el-müşebbeh) birbirine eşit olmasıdır. Eğer onlar Hz. Yusuf'un da bu amellerde bulunduğunu ispat edebilirlerse ki asla edemeyeceklerdir- o zaman "Kuran'da geçen ve Allah'ın hakkında nehyedici bir hükmü olmayan bizden öncekilerin şeriatinin dinde delil olduğu" kaidesi gereğince onların delilleri muteber bir delil, yapmış oldukları istidlal sahih bir istidlal kabul edilecektir. Şayet böyle bir eşitlik/benzerlik yoksa sadece bazı açılardan benzerlik iki durumun birbirine kıyas edilmesini mümkün kılmamaktadır. Böyle bir kıyasın usul ilminde ismi fasit bir kıyastır. Bundan dolayı şüphe ehlinin öncelikle Yusuf (aleyhisselam)'ın da günümüz parlamenterleri gibi Allah'ın dininin bütünüyle hiçe sayıldığı, lanetli kanunların hâkim olduğu bir sistemin içine girerek onların dinlerini uyguladığını, yasamada bulunarak yasa ve hüküm koyduğunu, bunları insanlar üzerine tatbik ettiğini ispat etmesi gerekir.
 Burada Yusuf (aleyhisselam)'ın kıssasını delil getirerek demokrasi ile hükmedilebileceğini iddia eden heva ehline şu sorular sormak kanaatimizce hakkımızdır:

Acaba Hz.Yusuf iktidara gelirken Melik’in dininin kurallarına göre mi hareket etmiştir yoksa atası İbrahim’in yoluna mı uymuştur? Hz. Yusuf iktidara sahip olurken insanların karşısına geçip "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" mi demiştir yoksa en zayıf ve güçsüz olduğu bir dö- nemde Mısır zindanlarında haykırdığı "Hüküm ancak Allah’ındır" temel ilkesine mi bağlı kalmıştır? Hz. Yusuf iktidar sahibi olurken, iman ettiği esaslardan zerre kadar taviz vermiş midir? Hz. Yusuf iktidar sahibi olurken, Melik’in hukukunun üstünlüğünü kabul edip, onun ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağını beyan etmiş midir? Hz Yusuf iktidar sahibi olunca, Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bı- rakarak, Melik'in değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen şirk anayasasına göre kanun ve hükümler icad etmiş midir? Hz. Yusuf iktidar sahibi iken, kâfirleri dost edinip, Müslümanlara karşı açıkça bir düşmanlık göstermiş midir? Hz. Yusuf iktidar sahibi iken, şeytanın ameli olan faizi meşrulaştırmış, içki, kumar, zina ve fuhuş gibi hayâsızlıkları serbest bırakmış mıdır?

Eğer "Evet Yusuf (aleyhisselam) bunların hepsini yapmıştır" derlerse onlara diyecek tek sözümüz şudur: "Lekum dinukum ve liye din." Eğer "Hayır Yusuf (aleyhisselam)’ı tüm bunlardan tenzih ederiz" derlerse o zaman "Hiç Allah’tan korkmaz mısınız? Hiç cehennemin kavurucu ateşini dü- şünmez misiniz de böyle büyük bir iftira ve yalanla ortaya çıkarsınız" deriz.

Bu batıl şüphe ile delil getiren demokrasi havarileri hakkında Ebul Alâ el-Mevdudî  şöyle söylemektedir. "Doğrusu bu ayeti böyle yorumlayanların Hz. Yusuf’un manevi şahsını olmayacak derecelere düşürmeleri, tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde, Yahudilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlak ve maneviyatları düşmeye başladığında Yahudiler, kendi düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mazeret bulmak için nebi ve velilerini, düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başladılar. Aynı şekilde bugün gayri müslim yönetimlerin altına giren bazı kimseler, bu yönetime hizmet etmek istemişler fakat İslam’ın talimatları ve Müslüman önderlerin tutumları karşılarına dikilince utanıp sıkılmışlardır. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek suretiyle, bu ayetlerin hakiki anlamlarından sarf-ı nazar ettiler ve bu ayetleri bir peygamberin gayri İslami kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düş- tüğü şeklinde saptırdılar. Oysa Hz. Yusuf’un kıssası bize öyle bir hisse vermektedir ki; tek bir Müslümanın bile yalnız başına, imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslamî bir inkılâp oluşturabileceğini, gerçek bir mü’minin ahlak seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi, ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir."( Tefhimu’l Kur’an Tercümesi 2/473.)

 Şeytanın vahyini tebliğ etmekle kendilerini mükellef kılan İrca Ehli'nin elbette Hz. Yusuf'un Allah'ın indirdiği hükümleri terk ederek Melik'in kanun ve hükümlerine uyduğunu, kendisine indirilen vahiyden bağımsız bir şekilde şeytan ürünü lanetli kanunlarla hükmettiğini ispat etmesi söz konusu bile değildir. İşin aslı Hz. Yusuf'un durumu ile günümüz tağutlarının durumu arasında yer ile gökler arası kadar bir farklılık vardır. İrca ehlinin gözlerinde perde oldu- ğundan dolayı onlar siyah ile beyazı dahi ayırt edememektedirler. İşte iki durumun birbiri ile hiçbir şekilde benzerlik arzetmemesi ve hatta birbirinden oldukça farklı olması onların bu şüphelerinin batıllığının diğer bir yönüdür. Şöyle ki; Yusuf (aleyhisselam)’ın almış olduğu bu görevde tam bir yetki sahibi olduğu hususunda âlimler arasında tam bir ittifak vardır. Çünkü Allah (Subhanehu ve Tealâ),

Hz. Yusuf’un tam bir şekilde imtiyaz sahibi olduğunu bizlere şöyle haber vermektedir: "Ve işte böylece Yusuf'u o ülkede yerleştirdik; neresinde isterse makam tutuyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyi davrananların mükafatını zayi etmeyiz." (12 Yusuf/56) Allah (Subhanehu ve Tealâ)’nın açık beyanı "Yusuf (aleyhisselam)'ın meliklik hususunda kendisiyle hiçbir şekilde boy ölçüşemeyeceği ve hiç kimsenin karşı çıkamayacağı, istediği ve dilediği her şeyi tek başına yapabileceği bir mertebede bulunduğuna delalet eder."( Fahreddin Razi, Mefatihu-l Gayb 9/66.)  Nitekim İbn-i Kesir (rahimehullah), Süddi ve Abdurrahman b. Zeyd'in "Orada dilediği gibi tasarrufta bulunuyordu"( Tefsiru-l Kur'ani-l Azim 4/396.) dediğini nakletmiştir. Yine aynı şekilde İbn-i Abbas'ın "…Yusuf tahta oturdu. Bütün hükümdarlar O’na itaat etti. Diğer Mısır hükümdarı ise hanımlarının yanına gitti ve Mısır yö- netimini Yusuf (aleyhisselam)’a teslim etti" (ibn-i Cerir et-Taberi, Camiu-l Beyan, 16/151; Begavi, Mealimu-t Tenzil, 4/252.) dediği nakledilmiştir. İmam Kurtubî ise "Ve işte böylece Yusuf'u o ülkede yerleştirdik" ayetini "O’nu dilediğini gerçekleştirebilme iktidarına sahip kıldık"(Kurtubi, el-Camiu Li Ahkâm 9/217.) şeklinde tefsir etmiştir.

Ebu’l Ala Mevdudi aynı konu üzerine şöyle demektedir: "Kuran’ı kavramada tecrübesi olmayan bazı kimseler 55. ayette geçen «Beni ülkenin hazinelerine tayin et» ibaresini yanlış anlamışlar, bu yanılgıyla söz konusu memuriyetin, günümüzün maliye bakanı, hazine müsteşarı türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında Hz. Yusuf’un memuriyeti bunlardan hiçbiri değildi. Zira Kuran’a ve diğer mukaddes kitaplara göre Hz. Yusuf’a tüm iktidar tevdi edilmiş, bir yöneticinin tüm imtiyaz hakları verilmiştir. Ve buna bizzat Allahu Tealâ 56. ayet ile tanıklık etmektedir." (Tefhimu’l Kur’an Tercümesi 2/472. )

Allah (Subhanehu ve Tealâ)'nın izni ve inayeti ile Yusuf (aleyhisselam) o ülkede tam bir yetki ile iktidara sahip olmuştur. Allah (Subhanehu ve Tealâ) ise yeryüzünde kendilerine iktidar verdiği iman sahiplerini şu şekilde tavsif etmektedir: "Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındı- rırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (22 Hacc/41) Hiç şüphesiz ki, Yusuf (aleyhisselam) kendisine iktidar verilenlerin efendisidir. Bunun bir gereği olarak da Yusuf (aleyhisselam) öncelikle en büyük iyilik olarak tevhidi, Allah’a ibadet etmeyi, O’nun hükmüyle hükmetmeyi, O’nun hükmüne itaat etmeyi emretmiş ve yine en büyük kötülük olarak şirkten, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemekten, küfür ve şirk kanunlarına itaat etmekten sakındırmıştır. Sadece Allah'a ibadet etmeyi, O'ndan başkasına ibadeti reddetmeyi emretmiştir.

 Ancak günümüz demokrasilerinde görev alan tağutlara gelince… Onların zerre kadar dahi olsa bir bağımsızlığı söz konusu değildir. En yüksek mertebede görev alan bir cumhurbaşkanının ya da başbakanın dahi böyle bir bağımsızlığı yoktur. Demokratik sistemin en önemli unsurunu oluşturan parlamenterler dahi göreve başlamadan önce demokrasinin ve anayasanın temel unsurlarına bağlı kalacaklarına dair yemin etmektedirler ki, burada anayasanın temel unsurları vahyi esaslara tamamen aykırı kanun ve hükümlerdir. Yani günümüzün tağuti sistemlerinde görev alan idareciler tam yetkiye sahip olmak bir kenara, içerisinde apaçık bir şekilde küfrü ve şirki barındıran temel unsurlara bağlı kalmak şartı ile bu görevlerde bulunmaktadırlar.
 Bu sebeple Yusuf (aleyhisselam)’ın durumunun, günümüz vekillerinin durumu gibi olduğunu iddia etmek, gerçekten büyük bir iftira ve Allah (Subhanehu ve Tealâ)’nın Yusuf (aleyhisselam) hakkındaki tezkiyesini yalanlamaktır. Hiç şüphesiz Allah (Subhanehu ve Tealâ), Yusuf (aleyhisselam)’ı sağlığında kendisine yönetilen fuhuş iftirasından nasıl temize çı- karmış ise, kıyamet gününde de bu büyük ve çirkin iftiradan temize çıkartacaktır.

Demokrasi havarilerinin Yusuf (aleyhisselam)’a attıkları bu büyük iftira ve şüpheyi iptal eden hususlardan bir diğeri ise Yusuf (aleyhisselam)’ın zindanda, en güçsüz ve zayıf olduğu bir dönemde haykırdığı şu sözlerdir: "Yusuf dedi ki: Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini terk ettim. Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Bizim Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız (söz konusu) olamaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur, fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı rabler mi daha iyidir, yoksa mutlak hakimiyet sahibi olan tek Allah mı? Siz Allah’ı bı- rakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlere (düzmece ilahlara) tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (12 Yusuf/37–40) İşte Yusuf (aleyhisselam)'ın mizacı ve hareket tarzı… "…Doğrusu ben Allah’a iman etmeyen ve ahiret gününü de inkar eden bir kavmin dinini terk ettim. Atalarım İbrahim İshak ve Yakub’un dinine uydum…" İşte Yusuf (aleyhisselam) en zayıf olduğu bir zamanda bunları haykırmış, Millet-i İbrahim’e tâbi olduğunu söylemiştir. Allah (Subhanehu ve Tealâ), İbrahim (aleyhisselam)'ın yolunu ise bizlere kitabında şu şekilde anlatmıştır: "İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine «Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uza- ğız. Sizi inkar ediyoruz. Siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir» demişlerdi." (60 Mümtehine/4) "Hani İbrahim babasına ve kavmine -Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım- demişti." (43 Zuhruf/26) "İbrahim şöyle dedi: "Sizin ve geçmiş atalarınızın taptığı şeyleri gördünüz   mü? Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur." (26 Şuara/75–77) "Yazıklar olsun, size de Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklı- nızı başınıza almayacak mısınız?" (21 Enbiya/67) İşte İbrahim’in yolu budur. Kâfir ve müşriklerle ilişkiyi kesmek, onlara kar- şı açık bir düşmanlık ortaya koymak, kin ve öfke beslemek…

Yusuf (aleyhisselam)’ın da dini, menheci ve yolu budur. O tıpkı atası İbrahim gibi, kâfirlerden beri olmuş, onlara karşı buğz, kin ve düşmanlık beslemiş ve bu akidesini Mısır’ın zindanlarından haykırmıştır. Yusuf (aleyhisselam), en güçsüz ve zayıf olduğu bir durumda Mısır zindanlarından bunları haykırdı da, arkasından Allah O’na güç ve imkân verince, dilediği gibi hareket etme salâhiyetine kavuşunca, kâfirlerin boyunduruğu altına girdi, onları dost edindi, onlarla uyum içinde hareket etti, onların küfür kanun ve yasalarına itaat etti öyle mi? Yusuf (aleyhisselam), en güçsüz ve zayıf gününde "…Hüküm ancak Allah’ındır…" diyerek "Arkadaşlarına hükmün, tasarrufun, dileme ve hükümranlı- ğın bütünüyle Allah’a ait olduğunu söyledi" ( İbn-i Kesir, Tefsiru-l Kur'ani-l Azim 4/390.) de arkasından Allah O’na güç ve kuvvet verince, Allah’ın hükmünü bir kenara atıp tağutların hükmüne tabi oldu, beşeri anayasalara, şirk ve küfür kanunlarına itaat etti öyle mi?

Demokrasi tutkunlarının, tağuti sistemlerde makam ve mevki düşkünlerinin ortaya attıkları bu iddianın temelden bâtıl oluşunun bir diğer yönü ise Yusuf (aleyhisselam)'ın kendisinden görev istediği Melik'in Müslüman ya da kafir olduğu yönündeki meşhur ihtilaftır. Elbette biz burada şüphe ehli gibi nasların işaretine sarılarak "Melik kesin Müslüman idi. Bu yüzden sizin getirdiğiniz delil bâtıldır" şeklinde mutlak bir iddia öne sürecek değiliz. Zira Yusuf (aleyhisselam)'ın kendisinden görev aldığı Melik'in Müslüman olduğu iddiası sadece nasların işaretinden istidlal edilebilmektedir. Şöyle ki; Melik Hz. Yusuf’un suçsuz olduğunu anladıktan sonra şöyle demiştir: "Onu bana getirin. Kendisini yakınım edineyim. Onunla konuşunca…" Ayette geçen "…onunla konuşunca…" (kellemehu) lafzı tef’il babından mazi fiildir. Tef'il babı ise teksir (çokluk) ve tekrar bildirir. Yani Hz. Yusuf ile Melik'in arasında uzunca bir konuşma olduğu aşikârdır. İşte burada sorulması gereken soru acaba Hz. Yusuf Melik ile uzun uzun ne konuştuğudur. Bizler biliyoruz ki Yusuf (aleyhisselam) Allah'ın gönderdiği diğer tüm rasuller gibi kavmine sadece Allah'a ibadet etmek ve Allah'tan başkasına ibadeti reddetmek esasını tebliğ etmek üzere gönderilmiştir: "Andolsun ki biz her ümmete –Allah’a ibadet edin ve tağutlardan sakınındiye (emretmeleri için) bir peygamber göndermişizdir." (16 Nahl/36) "Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, O’na şöyle vahyetmiş olmayalım: -Gerçek şu ki, benden başka ilah yoktur. O’nun için hep bana ibadet edin." (21 Enbiya/25)

 Yusuf (aleyhisselam) bu ilahî görev gereği zindanda kendisine rüyalarının tabirini soran arkadaşlarına onların sorularının cevabına geçmeden önce tevhidi tebliğ etmiştir. "Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Biri «Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm» dedi. Diğeri «Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz» dedi. Yusuf dedi ki: Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini terk ettim. Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Bizim Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız (söz konusu) olamaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur, fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı rabler mi daha iyidir, yoksa mutlak hakimiyet sahibi olan tek Allah mı? Siz Allah’ı bı- rakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlere (düzmece ilahlara) tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (12 Yusuf/36–40)

Görüleceği üzere Yusuf (aleyhisselam) zindanda bulunan iki arkadaşı tarafından kendisine rüyalarının tabirinin sorulmasını fırsat bilmiş ve kendisinden önce gönderilen bütün rasuller gibi bu fırsatı tevhidi tebliğ etmek üzere kullanmıştır. Nitekim İbn-i Kesir tefsirinde "İki arkadaşının kendisine tazim ve ihtiramda bulunarak soru sormalarını, onları tevhide ve İslam’a çağırmaya bir sebep kabul etmiş, onları tevhid ve İslam’a davet ettikten sonra rüyalarını tabir etmeye başlamıştır" (İbn-i Kesir, Tefsiru-l Kur'ani-l Azim 4/388. ) diyerek bu hususu dile getirmiştir.

İşte tüm bunlar Hz. Yusuf'un Melik ile uzun uzun konuşmasının içeriği hakkında bize bilgi vermektedir. Yusuf (aleyhisselam) zindanda, güçsüz ve zayıfolduğu bir dönemde, bulduğu ilk fırsatta arkadaşlarını nasıl İslam’a davet etti ise, aynı şekilde Melik ile konuşmaya başlayınca da insanlara gönderiliş gayesinin bir gereği olarak O’nu tevhide davet etmiştir. Bunun üzerine ise Melik şöyle demiştir: "Bugün artık sen nezdimde güvenilir bir makama sahipsin." Bu ifade ise Melik’in Hz. Yusuf’un davetini kabul ettiğine ve Müslüman olduğuna yönelik bir işarettir. Çünkü çok net olarak bilmekteyiz ki, kendisine davet götürülen ancak bu daveti kabul etmeyen idare sahipleri davetçiye karşı açık bir şekilde düşmanlık beslemişlerdir. Allah (Subhanehu ve Tealâ) kâfirlerin tevhidin tebliğine karşı takındıkları tavır noktasında şu bilgileri vermektedir: "Küfredenler peygamberlerine dediler ki: Sizi ya ülkemizden çıkaracağız, ya da mutlaka bizim dinimize döneceksiniz." (14 İbrahim/13) İşte bu, rasullerin getirdiğini yalanlayan bütün kâfirlerin doğal tabiatıdır.

Nitekim bunu Varaka bin Nevfel, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e karşı şu şekilde ifade etmiştir: "Senin getirdiğin şeyin bir benzerini getiren kim varsa ancak kendisine düşmanlık edilmiştir." (Buhari, Kitabu’l İman 3. ) Ancak Hz. Yusuf dönemindeki Melik bu şekilde davranmamış, bilakis yukarıda da geçtiği üzere şöyle demiştir: "Bugün artık sen nezdimde güvenilir bir makama sahipsin."  Vehb bin Münebbih, Hz. Yusuf ile Melik’in bu karşılaşması hakkında şöyle demektedir: "Yusuf (aleyhisselam) çağrıldığında kapıda durup şöyle dedi: Yarattıklarına karşı Rabbim bana yeter. O’nun himayesi güçlüdür. O’na övgüler yücedir. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Sonra içeri girdi. Hükümdara bakınca, O tahtından inip önünde secdeye kapandı. Daha sonra hükümdar onu kendisiyle birlikte tahtına oturttu ve «Bugün artık sen nezdimde güvenilir bir makama sahipsin» dedi." (Kurtubi, el-Camiu Li Ahkam 9/213. ) İşte nasların bu işaretine binaen tefsir âlimlerinin birçoğu Melik'in Müslü- man olduğunu söylemişlerdir. İmam Taberî (rahimehullah) sahih bir isnadla İbni Abbas'ın talebesi Mücahid'den Melik'in Müslüman olduğu görüşünü nakletmiştir. Yine aynı şekilde Begavi, İbn-i Hişam gibi birçok âlim Melik'in Müslü- man olduğunu belirtmişlerdir.
Burada şu noktayı hatırlatmak isteriz. Melik'in dinine dair bu son kısımda söylemek istediğimiz onun kesin bir şekilde Müslüman olduğu iddiası değildir. Zira yukarıda da belirttiğim gibi bu iddia sadece nasların işaretine ve âlimlerin sözlerine müsteniddir. Ancak şunu da belirmekte fayda vardır ki, nasıl ki Melik- 'in Müslüman olduğu iddiası kesin ve kat'i bir şekilde ortaya konulamıyor ise aynı şekilde Melik'in Yusuf (aleyhisselam) ile konuştuktan sonra kendi dini üzerinde sabit kaldığı ve kâfir olarak bir hayat sürdüğü de kesin ve kat'i bir şekilde ispat edilemez. Bundan dolayı Yusuf (aleyhisselam)'ın "Beni bu ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir " şeklindeki isteğini kâfir bir Melik'e mi yoksa Müslüman bir Melik'e mi yönelttiği ihtilaflıdır. Ne bizler Hz. Yusuf'un, bu görevi Müslüman bir Melik'ten istediğini muhkem naslara dayandırabiliriz ne de ehli heva Hz. Yusuf'un bu görevi kafir bir Melik'ten istediğini muhkem naslara dayandırabilir. O halde burada ihtilafın üzerine hüküm isnat etmek ancak muhkemi bırakarak müteşabihe sarılma sevdası güden fitne ehlinin bir işi olmaktan öteye gitmez. Zira usulde temel kaide "İhtimal bulunduğu zaman onunla istidlalde bulunmak bâtıldır" şeklindedir.

İrca Ehli'nin demokratik sistemlerde teşri noktasında görev almaya dair şüphelerine dair sözlerimizi bu şekilde bitirdikten sonra konu ile yakın alâkası bulunması açısından "Kâfir Bir Yöneticinin İdaresinde Görev Alma" meselesine değinmekte fayda vardır.

 Bilinmelidir ki, tüm rasullerin getirdiği din tevhid dinidir. Tarih boyunca bütün rasuller aynı dini tebliğ etmişlerdir. Tebliğ edilen dinin aynı olmasına karşın dinin fıkhî hükümleri arasında farklılık görülmesi mümkündür. Nitekim Allah (Subhanehu ve Tealâ) şöyle buyurmaktadır: "…Sizden her biriniz için bir şeriat ve yol kıldık…" (5 Maide/48) İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: "Bu ifade Allah’ın bütün elçilerini tevhid esası üzerine gönderdiğini ancak şeriatin, emir ve yasaklarının muhtelif olduğunu göstermektedir. Bir şey bizim şeriatimizde haram iken diğer şeriatlerde helal olabilir. Ya da bunun aksi demümkündür. Bir şeriatte hafif olan bir hüküm diğer şeriatte şiddetlendirilir. Bunun sebebi eşsiz hikmetin ve ezici hüccetin Allah (Subhanehu ve Tealâ)’nın katında olmasındandır." (İbn-i Kesir, Tefsiru-l Kur'ani-l Azim 3/129.)Bu hususa dair Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Biz peygamberler topluluğu birbirinin kardeşiyiz. Dinimiz de tektir." (Muttefekun Aleyh) Rasullerin şeriatlerinin fıkhî hükümlerdeki farklılığına dair Yusuf Suresi'nde geçen selamlama secdesini örnek olarak verebiliriz. Allah (Subhanehu ve Tealâ) şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu. O’nun için secdeye kapandılar." (12 Yusuf/100) Ayette Allah (Subhanehu ve Tealâ), Yusuf (aleyhisselam)'ın kardeşlerinin Hz. Yusuf'a secde ettiklerini bildirmektedir. Tefsir âlimleri bunun ibadet secdesi olmadığını bilakis selamlama secdesi olarak bilinen rukuya eğilir gibi bir kimsenin karşısında eğilmek şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ve yine aynı şekilde bunun Yakub (aleyhisselam)'ın şeriatinde caiz olduğu ancak sahih hadislerde de geçtiği üzere bizim şeriatimizde neshedildiği belirtilmiştir. İşte aynı şekilde kafir bir yöneticinin yanında görev alma noktasında da bunu söylemek mümkündür.

Burada biz, Melik’in kâfir olduğunu ve Hz. Yusuf’un O’nun yanında görev aldığını farzetsek bile böyle bir fiilin O’nun şeriatinde caiz olduğunu, ancak bizim şeriatimizde haram olduğunu söyleyebiliriz. Zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bir takım beyinsiz insanlar size yönetici olacaklar, kendilerine, insanların en şerlilerini yaklaştırıp, namazı da geciktireceklerdir. Sizden kim onlara yetişirse onların yanında, danışman, polis, zekat memuru ve tahsildar olmasın."( Aynı manada olmak üzere farklı lafızlarla rivayet edilmiştir. Hadisi Hafız Ebu Yala (1077), İbn-i Hibban (Babu Taati-l Eimme, 4669), Taberani Mucemul Evsat (4341) ve Mucemus Sagır'de (565) rivayet etmişlerdir. Hadis âlimleri farklı isnadların bazılarını oldukça zayıf olarak nitelendirmekle birlikte Ebu Yala'nın rivayetinin sahih, İbn-i Hibban'ın rivayetinin ise hasen li gayrihi olduğunu söylemişlerdir. )

Hadisten anlaşılacağı üzere söz konusu edilen yöneticiler kafir yöneticiler değil bilakis günahkâr yöneticilerdir. Zira onlar hakkında geçen en kötü nitelik şerli kimselere yakın olmaları ve namazı tehir etmeleridir. Şayet onlar kafir olsaydılar onların bu özelliğinden bahsedilmez bizzat küfürlerinden bahsedilirdi. O halde günahkâr bir idarecinin yanında görev almak bizim şeriatimizde yasaklandığına göre, kâfir ve müşrik idarecilerin yanında bu tür bir göreve talip olmak nasıl caiz olabilir ki? Kurtubi, tefsirinde "Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim" (12 Yusuf/55) ayetine dair şöyle demektedir: "Kimi ilim adamları der ki: Bu ayetten, faziletli bir kimsenin günahkâr bir kimseye ve kâfir bir yöneticiye iş yapmasının caiz olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kendisine verilen işte bu görevi verenin kendisine karşı çıkmayacağının bilinmesi şarttır. Dolayısı ile kendisine görev verilen bu kimse o işte dilediği gibi ıslahat yapabilme yetkisine sahip olmalıdır. Şayet bu kimsenin yapacağı işler günahkâr kimsenin tercihi, arzuları ve fücuruna göre yapılacaksa böyle bir şey caiz değildir. Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Böyle bir görevin kabul edilmesi caiz değildir. Böyle bir iş sadece Hz. Yusuf’a has bir fiildir. Böyle bir işte onların verdikleri görevler kabul edilmek suretiyle, zalimlere yardım edilmiş olur. Onların işleri kabul edilerek o zalimler tezkiye edilmiş olur." (El-Camiu Li Ahkam 9/212. )

 İmam Buhari (rahimehullah)‘nin Sahih’inde "Bir kişi darul harpte müşriklerin yanında çalışabilir mi?" şeklinde bir bab açmış ve Habbab b. Eret'ten şu hadisi rivayet etmiştir: Habbab bin Eret (radıyallahu anh) şöyle anlatır: Cahiliye döneminde demircilik yapardım. Bu sırada As bin Vail'de alacağım vardı. Borcunu ödemesi için kendisine geldim. "Muhammed'i inkar edene kadar sana paranı vermem" dedi. Ben de "Ben Allah seni öldürüp tekrar diriltene kadar dahi O'nu inkar etmem" dedim. O da "Ben öldükten sonra tekrar diriltilecek miyim" dedi. Ben "Evet" dedim. Bunun üzerine o "Benim orada birçok malım ve evladım olacak. Bırak beni sana orada öderim" dedi. Bunun üzerine Allah (Subhanehu ve Tealâ) şu ayeti indirdi: "Ayetlerimizi inkâr edip, bana: «Elbette mal ve çocuklar verilecektir» diyeni gördün mü?" (19 Meryem/77) (Sahihi Buhari, Kitabul İcare 15. ) Hafız İbn-i Hacer (rahimehullah) şöyle der: "İmam Buhari, böyle bir amelin ancak zaruret halinde caiz olma ihtimali bulunmasından dolayı kesin bir hüküm belirtmemiştir. Yine bu uygulamanın müşriklerle savaşmaya izin verilmeden önce olması ya da Müslümanların kendilerini müşrikler karşısında küçük düşürmemesi yönünde emir verilmeden önce olması muhtemeldir." İbn-i Hacer (rahimehullah) daha sonra Mühelleb'ten şunları nakleder: "Âlimler bir Müslümanın, bir müşriğin yanında çalışmasının mekruh oldu- ğunu söylemişlerdir. Zaruret olması halinde ancak şu iki şart dâhilinde izin vermişlerdir: Yapılan işin Müslüman için caiz olması ve Müslümanlara zarar verecek bir işte kâfire yardım etmemesi gerekir."( Fethul Bari 4/453. ) Hafız İbn-i Hacer daha sonra İbnu-l Müneyyir'den bir Müslümanın kendi evinde zimmet ehline iş yapmasının caiz olduğunu nakleder.

Bilindiği üzere zimmet ehli İslam topraklarında yaşayıp Darul İslam’ın hükmüne tabi olan ve cizye ödeyenlerdir. Ancak burada şu hususun gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Bireysel olarak bir Müslümanın bir kafirin yanında çalışması ile bir Müslümanın Allah'ın indirdiği hükümlere düşmanlık gösteren tağutların emri altında çalışması birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Günümüzde bazı muasır âlimlerin selef âlimlerinden "Bireysel olarak bir müşriğin yanında çalışmanın bazı hallerde caiz olabileceğine" dair sözlerini alarak tağuti sistemlerde görev almanın haram olmadığını iddia etmeleri kanaatimizce büyük bir hatadır. Bu noktada Ebul Ala elMevdudi'nin şu tespiti oldukça yerindedir: "Bireysel muameleler ile ilgili olarak bir Müslümanın, herhangi bir gayri müslim ile ücret ya da maaş karşılığında hizmette bulunmak üzere anlaşması durumunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak burada yapılacak olan hizmetin herhangi bir haram ile doğrudan ilişkisinin olmaması durumu aranır. Üzülerek belirtmeliyim ki bir kısım ulemanın bireysel muameleler ile ilgili bu fetvaya dayanarak küfür hükümetlerinde memurluk yapmayı caiz göstermeye kalkışmaları doğru değildir. Bu cevazı veren âlimler gayri müslim birisinin şahsî işi ile gayri İslami bir rejimin toplumsal işi arasındaki temel farkı göz ardı etmektedirler. Gayri İslami rejim İslam yerine İslam dışı olanı, itaat yerine masiyeti, ilahi adalet yerine insan yaşamında Allah’a isyanı amaçlamakta ve icra ettiği tüm işlerde bu amaç saklı olmaktadır. Böyle bir şeyin haram olduğu ve hatta diğer bütün haramlardan daha da şiddetli bir haram olduğu açıktır. Bu yüzden böyle özelliklere sahip bir zulüm düzenini ayakta tutan ve yürüten bölümler arasında ‘Falan bölümde iş yapmak caizdir. Falan bölümde iş yapmak caiz değildir’ gibi bir ayrım yapılamaz. Çünkü bütün bu bölümler birleşerek büyük bir masiyeti ortaya çıkarmaktadır.

Bu meseleyi daha güzel bir şekilde anlamak için şu misal kâfi gelecektir. Herhangi bir kuruluşun kamuoyunda küfrün yayılması ve Müslümanların irtidadının sağlanması amacıyla kurulmuş olduğunu düşünelim. Bu kuruluşta haddi zatında helal olan ama bu kuruluşun güçlenmesi ve gelişmesine katkısı behemehal kaçınılmaz olan bir işte çalışmak hiçbir Müslümana caiz olmaz." Konuya dair önemli bir hususa dikkat çeken Şeyh Ebu Muhammed elMakdisî şöyle demektedir: "Bununla beraber şayet yapılan işte müşriklere yardım etme, onların kanunlarını ve batıl anayasalarını güçlendirme, bu konuda onlarla birlikte hareket etme varsa bunu yapan kişi kafirdir. Eğer yapılan işte masiyet varsa haramdır. Şayet müşriklere destek olma ya da Allah'a isyan yoksa böyle bir işte çalışmanın mekruh olduğunu söylemekten başka bir hüküm veremeyiz. Mekruh dememizin sebebi ise kafirlerin Müslümanlara musallat olması, onlara haklarını ödememesi, kafirlerle beraber onların meclislerinde uzun süre bulunma alışkanlığının getirdiği olumsuzluklardan korkmamızdır. Çünkü kafirlerle beraber onlarla haşır-neşir olma durumunda vela ve bera akîdesi sulandırılmış olur. Habbab bin Eret (radıyallahu anh)'ın bir kâfirin yanında çalışırken takındığı durum ortadadır. Mustazaf olmasına rağmen onurlu bir şekilde dinini açıkça ortaya koymuş ve asla dalkavukluk yapmamıştır. Habbab'ın olayını delil getiren kimsenin onun nasıl bir tavır içinde olduğunu da gözetmesi gerekir."

 Allah (Subhanehu ve Tealâ) bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır: "(Musa dedi ki): Rabb’im bana verdiğin nimetler adına artık suçlu günahkârlara destekçi olmayacağım." (28 Kasas/17) Bu ayet hakkında Mevdudi, tefsirinde şu bilgileri vermektedir: "Hz. Musa’nın bu ahdi çok kapsamlı kelimelerle ifade edilmiştir. O’nun bu sözlerle demek istediği fert olsun topluluk olsun, dünyada zulüm ve hainlik eden hiç kimseye yardımcı olmamak idi. İbn-i Cerir ve diğer müfessirlerin doğru anladığı gibi; Hz. Musa bu sözlerle o günlerde Firavun ve hükümetiyle olan ilişkilerini kesmeyi ahdetmişti. Zira hükümet zalimdi ve ülkede kötü bir sistemi hâkim kılmıştı. Daha sonra muttaki bir insanın böyle zorba bir krallıkta görev yapmaya, onun güç ve iktidarının yükselmesine alet olmaya daha fazla devam edemeyeceğini anladı. Müslüman âlimler, Hz. Musa’nın bu sözünden genellikle şunu istidlal ederler: Bir mü’min ister bir fert, ister bir zümre, isterse de iktidardaki bir hükümet olsun zalime yardım etmekten tamamen kaçınmalıdır. Bir kimse tâbiinden olan Ata b. Ebi Rebah’a sordu: "Benim kardeşim Emevi hakimiyetinde olan Kufe’nin vali kâtibi. Gerçi halkın meseleleri ile ilgili kararları o vermiyor ama kararlar onun kalemiyle neşrediliyor. Bu hizmeti sürdürmek zorunda. Çünkü onun tek gelir kaynağı budur." Ata b. Ebi Rebah adama bu ayeti okur ve şöyle der: "Kardeşin kalemini elinden atsın. Rızık veren Allah’tır." Başka bir Emevi katibi, Şabi’ye sordu: "Ey Ebu Amir! Ben yalnızca verilen kararları kaydedip, neşretmekle sorumluyum. Bunun dışında hiçbir şey yapmam. Bu memuriyet dolayısı ile kazandığım rızık helal midir, değil midir?" Amir o adama şöyle cevap verir: "Mümkündür ki bir masum, cinayet suçu ile hüküm giyer ve masum olduğu halde öldürülür. Bu karar da senin kaleminden çıkar. Yahut birinin mülkü adaletsizce elinden alınır ya da bir başkasının evi haksızlıkla yıkılır ve tüm bu kararlar senin kaleminden çıkar." Daha sonra Amir o adama bu ayeti okur. Adam ise bu sözler üzerine anında o görevden istifa eder. Emevi valisi Abdurrahman b. Müslim, Dahhak’tan sadece Buhara’ya gidip oradaki memurların maaşlarını dağıtmasını istemişti. Fakat o bu isteği reddetti. Arkadaşları bunda bir kötülük olmadığını söyleyince o arkadaşlarına şöyle cevap verdi: "Bir zalime hiçbir şekilde yardımcı olmak istemem." İmam Ebu Hanife’nin hayatını yazanlar, Emevi hükümdarı Mansur’un komutanlarından Hasan B. Kahtuba’nın sırf İmam Ebu Hanife’nin direktifleri ile şu sözleri söyleyerek görevinden ayrıldığını zikrederler: "Bugüne kadar sizin saltanatınızın lehine yaptığım şeyler eğer bu saltanat Allah yolunda ise bu bana yeter. Yok, eğer zulüm ve zorbalık yolunda ise, amel defterimdeki günahlarıma yenilerini eklemek istemiyorum." (Yukarıdaki alıntıların hepsi Ebu Ala el-Mevdudi'nin Tefhimul Kur'an isimli eserinin )

Yukarıda yaptığımız alıntılardan da açıkça anlaşılmaktadır ki; İslam âlimleri bırakın zulmün bizzat merkezinde yer alıp küfür kanunları ile insanları sevk ve idare etmeyi, Müslüman dahi olsa zalim bir idarecinin yönetimi altında görev almayı tartışmışlardır. Âlimlerin büyük bir çoğunluğu böyle bir fiili kesinlikle caiz görmezlerken, bazıları caiz görmüştür ama bunu da bazı şartlara bağlamış- lardır. Yukarıda Kurtubi’den yaptığımız alıntı bunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Böyle bir görev ıslah için olmalıdır ve görev sahibi, görevinde tam yetkili olmalıdır. Hiçbir şekilde görev sahibinin görevine karışan olmamalıdır. Görev sahibi asla zalimlere meylederek dininden taviz vermemelidir. Peki, bugün demokrasi ile amel eden parlamento tutkunlarının hali böyle midir? Onlar öncelikle yukarıda ve kitabımızın geçtiğimiz bölümlerinde de defalarca belirttiğimiz gibi, daha işin başında anayasanın temel maddelerine bağlı kalma koşulunu kabul ederek, bütün yetkilerinin ancak küfri kanunlar çerçevesince olacağını beyan etmişlerdir. Diğer taraftan ortada görülen pratik de bizzat bu şekildedir. Hiçbir parlamenterin, şirk ve küfür kanunlarına muhalefet etmesi, kendi başına emir ve yasaklar koyması kesinlikle mümkün değildir. Bulundukları görevde onlar, zerre kadar dahi olsa bir imtiyaz hakkına ve salahiyetine sahip değillerdir.

Sonuç 1- Hz. Yusuf'un kıssası ile delil getirmek muhkem nasları bırakıp müteşabihlere sarılmaktır.
 2- İrca Ehlinin konu hakkında söyledikleri bütünüyle sahih olsa dahi bu söylenilenler ancak nassın işareti ile elde edilen hükümlerdir. Ancak nasların açık delaleti beşeri parlamentolara girmenin küfür olduğunu göstermektedir. Bu yüzden burada nassın işareti nassın delaletini uygun bir şekilde tevil edilmelidir.
3- Hz. Yusuf kıssasının İrca Ehli lehinde delil olabilmesi için öncelikle Hz Yusuf'un Allah'ın şeriatini terk ederek kanun ve yasama da bulunduğu ve Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmediği ispatlanmalıdır. Bu ispatlanamadığı için Hz. Yusuf ile günümüz parlamenterlerini kıyaslamak batıl bir kıyastır.
4- Hz. Yusuf nasların işareti ve tüm alimlerin ittifakı ile bulunduğu konumda tek yetki sahibi olup dilediği gibi hareket etmektedir. Bu onun durumunun günümüz parlamenterlerinin durumundan çok farklı olduğunu göstermektedir. tercümesinden nakledilmiştir. Bu ve buna benzer rivayetler için Alusi'nin "Ruhul Meanî" isimli tefsirine de bakılabilir.
5- Mısır Melik'inin Hz Yusuf ile konuştuktan sonra Müslüman olduğuna dair güçlü karineler vardır. Bu sabit olmasa bile Melik'in Hz. Yusuf ile konuştuktan sonra kendi dini üzerinde kaldığı da sabit değildir. Bu yüzden ihtilafın üzerine hüküm inşa edilmez. Tüm bu sebeplerden dolayı İrca ehli tarafından öne sürülen bu delil sahih bir delil değildir. Muasır Mürcie'nin demokratik sistemlerde demokrasinin gerekleriyle amel ederek teşride bulunmanın, bu yolla İslam'ı hâkim kılmaya çalışmanın, demokrasinin kutsal tapınakları mesabesinde olan parlamentolarda görev almanın caiz olduğu noktasında ortaya attıkları bu şüphe temelden bâtıl olup Şeytanın, tevhid dini İslamı bozabilme adına dostlarına vahyetmesinden başka bir şey değildir. Hiç şüphesiz Allah (Subhanehu ve Tealâ), dinini onların iftiralarından korumaya kâdirdir.(Alıntı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.