Sayfalar

Hamd, ancak Allah'adır. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz.

6 Mart 2017 Pazartesi

Laikliğin Kökeni

Bilinenin aksine, laiklik yeni icad edilmiş, insanları ortaçağ karanlığından kurtarıp özgürlüğübahşeden bir anlayış değildir. Başka bir ifade ile kadını özgürlüğüne kavuşturan, insanları din adamları kılığındaki sahtekarlıklardan kurtarıcı orjinal bir icad değildir. Öncelikle hatırlatalım ki, laikliğin, aslında kadınları gönüllü köle yaptığı, erkeklerin iğrenç düşünce ve hayallerini süslediğini ve en önemlisi onların hayvani duygularını tatmin eden bir objeye dönüştürdüğünden bahsetmeyeceğiz. Yahut, laiklik icadı medyanın, adeta bir sihir ve büyü gücünde olan propagandası ile insanların algılarını nasıl da tarumar ettiğinden de bahsetmiyoruz. Ya da laikliğin, eski zamanların zalim ve gaddar; ama dobra, özü ve sözü bir olan kral ve sezarların münafıklaşmış yüzü olduğundan da bahsemeyeceğiz. Burada sadece İslam'ın da yüzde yüz onayladığı 'Tarihe, Din’e karşı Din' in mücadelesi' damga vurmuştur hakikatine, 'laiklik, modern insanın icadı değildir' noktasından değerlendirme yapıp ve kısaca değineceğiz.


En avami tabir ile laiklik 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayırdedilmesidir'. Yani dinin mabed ve vicdanlara hapsedilip sosyal hayattan, devlet yönetiminden, ekonomik anlayış ve siyasetten tamamen izole edilmesidir. Bu anlayışın düşünce planında bile tek başına kişiyi İslam'dan çıkardığından ve bu anlayışın, kendisinde ciddi çelişkiler ve çarpıklıklar barındırdığından bahsetmeyeceğimizi yinelemekte fayda var, zira konunun bu kısmı farklı bir alana dahildir. Evet, laiklik, aslında kişinin dünya hayatını, kendisine verilen kısa ömrü 'bir defa dünyaya geldimse neden keyfime göre yaşamayayım?' anlayışının bir tezahürüdür. Bu anlayış ise yeni bir yönelim değildir elbette. Dolayısıyla laiklik ismi yeni olsa bile laik yönelim insanlığın yaratılışının ilk gününe uzanır. Heva ve heveslerine göre yaşama arzusu, Allah'tan bîgâne bir dünya hayatı, ahiretin hiç hesaba alınmadığı bir düşünce ve yaşam biçimi. Evet, laiklik herhangi bir çağın sınırları içinde kalmaz. O bir olgudur. İsminin değişmesi, vakıayı değiştirmez. Evet, isimlerin değişmesi ne vakıasını ne de İslam'ın laik anlayışa verdiği hükmünü değiştirmez. Çünkü ‘laiklik’ ismi yeni bir telaffuz olabilir ancak laiklik olgusu, anlayış ve yönelimi eskidir ve hevaya göre yaşama arzusuna verilmiş yeni bir isimdir, başkası değildir.

Laikliğin, aslında kişinin arzu ettiği hayatı hiç bir engel ve sorumluluk hissetmeden yaşama isteği ve düşüncesi olduğu apaçıktır. Bu laikliğin teorisyenlerin bizzat tanımlamalarına göre böyledir. Laikliğin felsefi temelleri; Rönesans ve Reform hareketleri ile bu hareketlerin düşünürlerine dayanır. Adem (a.s)'dan Rasulullah'a (s.a.s) kadar geçen süreçte peygamberlerin verdiği mücadele  laik anlayış ile müslüman anlayışın mücadelesidir. Bir tarafta, Yaratan Allah'ın emir ve yasaklarına dikkat edip ona gönülden boyun eğerek yaşama düşüncesi öteki tarafta dünya hayatını Allah'tan bağımsız yaşama isteği. Başka bir ifade ile iman ve küfür; Tevhid ve şirk mücadelesi...  Allah(s.w.t), Kur’an’da şöyle haber veriyor:

Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten ben, sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu ben, sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum."
"Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."
"Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim."
Dediler ki: "Ey Şuayb, senin namazın mı atalarımızın kulluk ve itaat ettikleri şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın."(Hud84-87)


Bu pasajda, her peygamberde ortak olan Tevhid ve Tevhid'in sosyal hayata yansıtılması mesajı özetle verilmiş.

1- Allah'tan başka ilah yoktur, öyleyse sadece O’na ibadet ve itaat edin: kişinin üzerinde tek irade, tek nüfuz ve otorite vardır, o da ancak Allah'tır. Kişi yaptıkları işler hakkında Allah'a karşı sorumludur. Yaşamına dair kaide ve kuralları ancak Allah belirler. Allah'ın yanı sıra, göremeyen, duyamayan veya konuşamayan bir takım büstlere boyun eğmek, ya da et ve tırnaktan ibaret bir takım kanun koyucular edinmek yahut bir ulusun seçtiği partili hükümete itaat etmek, Allah'a şirk koşmak demektir. Allah'ın yanısıra yaşama dair konularda, helal ve haramlarda, velhasıl hayatı kuşatan alanlardan her hangi bir kısmında Allah'tan başka bir otorite ve hükümranlığa itaat etmek, onları ilah edinip ibadet etmektir ve Tevhid'i büsbütün ortadan kaldırmaktır.

2- Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, adaleti gözetin: Bu husus, tarih boyunca tüccarlardan istenilen temel ahlâk, etiktir. İslam’daki karşılığı ise Allah'a içten bir itaat, yani ibadettir. Elbette ölçü ve tartıdan kasıt, basit anlamı ile ağırlık ölçer olan terazideki dürüstlük ile sınırlı değildir. Bu, ticaret hayatının tamamını kuşatan temel bir düsturdur. Gerek hukuk ve mahkemelerde, gerek sosyal ve insani ilişkilerde ve gerekse de alışveriş ve  ticarette dürüstlük ve adalet…
Ancak, Şuayb(a.s)'ın tepkisi bize hiç de yabancı gelmiyor ve sanki bir yerlerden tanıdık bir istek ve tavır. Malımızı, istediğimiz yerde, istediğimiz şekilde, istediğimiz tarzda kullanmalıyız. Biraz modernist bir ifade ile ‘servet ve zenginliğimiz üzerindeki özgürlüğümüz olmalı’ anlayışı. Fakat bu düşüncelerini, son derece belirleyici bir ifade ile dile getiriyorlar. Adeta laik anlayışın kırmızı çizgilerini M.Ö. 1500  yıl önce belirtiyorlar.

"Ey Şuayb, senin namazın mı atalarımızın kulluk ve itaat ettikleri şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir?"
Evet, zira onların düşüncesine göre din, kişinin bireysel olarak yaşadığı, kulun yaradanla arasında bir vicdan meselesi idi. Kıldıkları namaz veya ibadetler, mabedlerin dışına taşmamalı, mabedlerde siyasi meseleler mülahaza edilmemeli, din ile devlet işleri tamamen ayrı olmalı idi. Zaten, din ile devletin ne ilgisi olabilirdi ki? Ve kendi anlayışlarına göre alakasız ve ilgisiz olan 'din ve devlet işlerini' birbirine bağlayan Şuayb (a.s) 'a 'aramızda aklı başında bir adamdın' diyerek tepki veriyorlar. Yani kalkıp dini, ticaret hayatına karıştırmak akılı başında birinin yapacağı iş değildi. Zira biri devlet politikası öteki ise din... Meğer bu laik anlayış ta binlerce yıllık geçmişe sahip. Belki de şeytanın insanlığa ilhamı…

Konuya ilişkin 'Kur'an'da Dört Terim' kitabındaki güzel bir değerlendirmeyi buraya almakta fayda vardır:

Bu iki şey gayet açık bir şekilde İslami yolla "cahili" yolu birbirinden ayırmaktadır. "Cahili" yol bir kimsenin atalarının yolunu izlemesi gerektiği varsayımına dayanır; bu düşünüşe göre bir şeyin atalardan tevarüs edilmesi (kabulü için) yeter sebeptir. (Cahili yolu izleyenlerin dayandığı) ikinci varsayım bir kimsenin inanç ve dininin yalnızca ibadet törenlerine ilişkin olduğu, dünya hayatıyla hiçbir ilişkisinin bulunmadığı ve bu hayatta herkesin canının istediğini yapabileceği yolundadır. Buna karşılık Allah'a teslimiyeti esas almayan herhangi bir yolu ve yöntemi batıl ve dolayısıyla izlenemez bir yol olarak görür. Zira O'nun yolu dışındaki hiçbir yol gerçek olduğunu kanıtlayacak, ne akıldan ne ilimden ve ne de vahiyden bir delil bulabilir. Ötesi, İslam yalnızca ibadet törenleriyle sınırlandırılamaz, kendi bütünlüğü içinde hayatın kütürel, sosyal ve ekonomik tüm yönlerini kapsar. İnsanın sahip olduğu her ne varsa gerçekte Allah'ın olması ve dolayısıyla sahip olduğu şeylerde keyfince tasarruf hakkının bulunmaması yüzünden böyledir bu.

Buradan anlaşıldığına göre, Hz. 'Şuayb'ın (a.s) kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı bölmeye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir. Aşağı-yukarı 3500 sene önce Şuayb kavmi, bugün batılının ve batılılaşmış toplulukların ısrar ettikleri bölünmede (dindünya) ısrar etmişlerdi. Dolayısıyla batılı(laşmış)ların bu tür bir ayrımı evrimsel bir sürecin sonucu olarak insan tarafından gerçekleştirilmiş "zihni ilerleme" fikriyle insanlığın "aydınlanma"sının bir sonucu olarak görmeleri yanlıştır, batıldır. Çünkü ortada aydınlanma yok, karanlık vardır; bugünün karanlığı da yine binlerce yıl öncesinin karanlığı kadar yoğundur ve İslam geçmiş devirlerde olduğu gibi şimdi de bu karanlığın karşısındadır.(Tefhimu’l Kur’an)

Daha önce de ısrarla vurguladığı gibi tarih, 'ahiret sorumluluğu içinde yaşayan insanlar ile dünya hayatı ile mutlu olup tatmin bulan ve ahireti ummayan insanların mücadelesine'  şahitlik etmiştir. Öyleyse bu durumun Şuayb(a.s)'ın kavmi ile sınırlı olması mümkün mü? Asla...

Şimdi sahnede Yahudiler var, İsrailoğulları... İsrailoğulları bir dönem Allah'a boyun eğmiş, Yaratan Allah ise, üzerimizde otorite ve hükümranlık hakkı da Allah'ın olmalı akidesine inanmışlardı. Sosyal hayatlarında, aile yaşantılarında, eğitim sistemlerinde, siyasetlerinde, ibadetlerinde, velhasıl yaşama dair tüm konularda sadece Allah'a itaat ediyor ve yasama mercii olarak da Allah'ı kabul ediyorlardı. İnsanların üzerinde egemenlik iddiasında bulanan hükümdar ve yöneticilere karşı güçlü bir mukavemet gösterip reddediyorlardı. Bu, Musa (a.s)'ın mücadelesi ile Kur'an'da en net ve belirgin şekilde resmediliyor. Ne var ki, zamanın geçmesi ile onlar da gevşediler, başkalaştılar.

Artık, Allah'a iman ve ahiret endişesi onları heva ve heveslerine karşı koymaya yetmiyordu. Hatta ileri gelenleri, liderleri zevk-u sefa sürüyorlardı. Tüm uyarı ve nasihatlere rağmen bir türlü ipe sapa gelmiyorlardı. Elbette bu böyle devam edemezdi, meğer zaman artık eskisi gibi değilmiş. Az da olsa esneklik gösterilmeliydi. Artık halkın çoğunluğu dine sadece inanç noktasında bağlılık gösteriyor, fakat sosyal hayatta dinin etkisi adeta kaybolmuştu. İleri gelenler, yönetici ve din adamları bu durumu olağan ve tolere edilebilir göstermek için farklı bir söylem ve eylem geliştirdiler. Hatta farklı bir hukuk bile oluşturdular. Artık haram ve günaha dalanlara belli aralıklarla soğuk ve ruhsuz bir kaç vaaz dışında pek de hatırı sayılır bir nasihatleri de kalmamıştı. Günah ve haram işleyenler cılız bir sesle uyarılıyor, fakat ertesi gün sanki ortada hiç bir sorun yokmuş gibi birlikte yaşamaya devam ediliyordu. Belki de birbirlerinin düşünce ve bireysel özgürlüklerine(?!) saygı gösteriyorlardı. Hukuka gelince, heva ve heveslerine bir türlü gem vurulamayan elit tabakaya da esnetilmiş bir ceza hukuku oluşturdular. Bu durum, uluslararası ilişkilere kadar uzadı gitti. Zaten bozulmanın bir yerde durması da düşünülemezdi. Çünkü bir engel yoksa hiç engel yok demektir. Başka bir ifadeyle taviz tavizi doğurmuştu.

Buna zinakarlara uygulanan kanun değişikliği ve  mü'min İsrailoğlu bir kabilenin başka
İsrailoğlu kabile ile savaşamayacağı kanununu delmeleri örnek verilebilir. Zengin veya yönetim kadrosundan biri zina işlediğinde ona ceza uygulamıyorlardı. Ancak fakir ya da nüfuzu olmayan biri işleyince derhal ceza infaz edilirdi. Fakat bu çifte standarttan dolayı belli bir zaman sonra toplumda huzursuzluklar meydana geldi. Sonra da bunların arasını bulmak için yeni bir takım düzenlemeler yapılarak yasa değişikliklerine gittiler.

Adeta dinlerini oyuncak haline dönüştürdüler. Oysa, akideleri gereği kanun koyma ve yasamada bulunma mercii sadece Allah idi. Kanunlarda en ufak bir esneklikte bulunma selahiyet ve inisiyatifleri yoktu. Ancak, zaman onları değiştirmiş ve devlet yönetimi ve yasalara artık din nüfuz edemiyordu. Kur'an bunu özelde Maide 44 ve devamındaki ayetler ile Bakara 83 ve devamındaki ayetlerde ele alırken genelde Kur'an'da bu konuya geniş yer ayırmıştır. Allah(s.w.t) buyuruyor ki:

Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hümederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar),Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.(Maide 44)

 Hafız İbn Kesir Tefsirinde şöyle bir kayıt geçer: Bu âyet, zina eden iki Yahudi hakkında nazil olmuştur. Yahudiler, kendi elleriyle Allah'ın kitabını değiştirmişler ve evli kişilerin recmedilmesi emrini te'vîl ve tahrif ederek, yüz sopa ve yüzü karaya boyayıp ters-yüz olarak merkebe bindirme şekline çevirmişlerdi. Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra, bu vak'a cereyan edince, kendi aralarında dediler ki; gelin, Hz. Muhammed'in hükmüne başvuralım. Eğer sopa ve yüzü siyaha boyama hükmü verirse, onu alalım. Ve Allah ile kendi aramızda hüccet kılalım. Allah'ın peygamberlerinden bir peygamber, bizim aramızda böylece hüküm vermiş olur. Eğer recm karârı verirse, o'na uymayalım.

Berâ İbn Âzib'ten nakletti ki; o, şöyle demiş: Hz. Peygamber, yüzü boyanmış ve sopalanmış bir yahûdîye rast geldi. Yahudileri çağırıp dedi ki: Siz kitabınızda zina haddinin böyle olduğunu mu görüyorsunuz? Onlar, evet dediler. Hz. Peygamber, onların bilginlerinden birini çağırıp dedi ki: Tevrat'ı Hz. Musa'ya indirmiş olan Allah adına sizi davet ederim, kitabınızda zina haddini böyle mi görüyorsunuz? Onlar; hayır, Allah'a andolsun, eğer sen yemîn ettirmeseydin, sana bunu bildirmezdik, bizim kitabımızda zina haddi recmdir, dediler. Ancak soyluların arasında zina çoğaldı. Bizim aramızdan soylu birisi zina ederse onu bırakır, zayıf birisi zina ederse ona had tatbik ederdik. Sonra dedik ki; geliniz, hem soyluya, hem sıradan kişilere uygulanacak bir esâs üzerinde birleşelim. Neticede yüzü karartıp, sopa vurmak konusunda karâra vardık. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah'ım, Senin emrini öldürenlere karşı onu yeniden dirilten ilk kişi ben olacağım. Sonra emir verdi ve o Yahûdî recmedildi.
Bu İsrailoğulları'nın aynı zamanda yahudileşme sürecini de yansıtır. Başka bir ifade ile modernleşme sürecini anlatır. Öyle ya, modernleşmek, çağdaşlaşmak, insanların içinde bulunduğu zamanın rengini almaktır. Doğru ya da yanlış olduğuna bakmadan, hakikat terazisine vurmadan çağa göre evrilmektir çağdaşlaşmak. Buna karşı çıkmak ise ‘gericilik’ demektir. Aslında çağdaşlaşmak, çağın seline kapılıp suyun savurduğu yönde gitmektir. İradesizliktir. Hasılı, Allah'ın yasalarını sosyal hayattan, devlet sisteminden ve diğer pratik alanlardan çekip soyutlama girişiminin kibar adıdır. Neyse ki Yahudiler, zamanla da bu anlayış üzerinden yeni söylem ve kavramlar geliştirilir, nihayetinde dinin sadece mabedlere ve vicdanlara hapsedilmesine kadar gidilir. Yönetim hususunda tamamen insan icadı yeni yasalar ve kurumlar oluşturulur. Artık toplum laik anlayışı benimsemiş, heva yolunun yolcusu olmuştur. Yani kendi zaman diliminde çağdaşlaşmıştır.

 Hani İsrailoğullarından, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz dışında yüz çevirdiniz ve (hâlâ) çevirmektesiniz.

Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" diye kesin söz almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ da (buna) şahitlik etmektesiniz.
Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp -çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.
İşte bunlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azabları hafifletilmez ve kendilerine yardım edilmez.(Bakara 83-86)

Bu pasajda da tüm peygamberlerin, insanların dünya huzuru ve ahiret mutluluğu için ihtiyaç duyduğu temel akide ve ahlak esasları özetlenmiştir. Akabinde, İsrailoğulları'nın nasıl da bu hakikatleri uluslararası(kabileler arası) ilişkiler hususunda kaypak bir yöntemle çiğnediklerini gözler önüne seriyor. 'din kardeşini öldüremezsin' emrini dolaylı olarak çiğnemek; başka müşrik bir kabile ile ittifak kurup onların elleri ile dindaşını öldürmek kaypaklığı ve hainliği. Sonra güya dinin gereği, esir düşen kardeşin özgürlüğüne kavuşması için müşrik müttefiklerine bin rica fidye verip, karşı kabiledeki esir kardeşini özgürlüğüne kavuşturma zilleti... İşte dini yaşama isteğini yitirmiş ama bir türlü gerçek kişiliğini yansıtma cesareti olmayan tipik bir toplum örneği. Tıpkı günümüz sözde müslüman devlet ve toplumları gibi. Kendileri laik olmazlarmış ama devlet laik olabilirmiş aldatmacası. ‘laik Müslüman, modern Müslüman, ılımlı Müslüman, demokrat Müslüman’ gibi acayip acayip sentez isimler. Herhalde tüm bu isimlere çatı bir isim bulma arayışına girilse en ideali ‘kafir Müslüman’ ismi olmalı, trajik bir durum malesef.  Oysa, ya bu dini tam yaşamalı ve gurur duymalı ya da büsbütün terketmeli. Zira herkesin İslam’dan çıkma özgürlüğü var, kafir olma özgürlüğü de…
Bu ayete ilişkin 'Yoldaki İşaretler' kitabının sahibi şunları söylüyor:

Bu ayette anlatılan durum, sözkonusu edilen tarih döneminin çok sonrasında Evs ve Hazreç adlı Medineli kabilelerin İslâm'ı kabul etmelerinden bir süre önce de burada anlatıldığı biçimi ile yaşanmıştı. Şöyle ki; Evs ile Hazreç kabileleri putlara tapıyorlardı. Aralarında, başka hiçbir iki Arap kabilesi arasında görülmemiş derecede koyu bir düşmanlık vardı.
Üç kabileden oluşmuş Medine Yahudileri antlaşmalarla bu iki kabileden birinin yandaşı durumunda idiler. Kaynuka oğulları ile Nadir oğulları adlarındaki Yahudi kabileleri Hazreç kabilesinin ve Kureyza oğulları adındaki Yahudi kabilesi de Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca Yahudi kabileleri de müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla vuruşuyorlardı. Bu durumda Yahudilerin karşı tarafta yer alan ırkdaşlarını öldürdüğü de oluyordu. Oysa yüce Allah ile aralarındaki antlaşmanın bir maddesine göre birbirlerini öldürmeleri yasaktı.

Yine kendi müttefikleri savaşta galip gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını yağmalıyor ve esir alıyorlardı. (Yahudiler bunu ırkdaşları olan karşı kabiledeki Yahudilere yapmazdı ama müşrik müttefikleri yapıyordu. Bu günümüzdeki sözde İslam devletlerinin ABD ve Batı ile ittifak kurup kendi halkını öldürmelerine ne kadar da çok benziyor). Oysa bunların tümü de yüce Allah'a vermiş oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek karşı tarafta savaşmış ırkdaşlarının gerek müttefiklerinin ve gerekse müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri serbest bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrat'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı; "Nerede İsrailoğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın alıp azad etmelisin"(Fizilalil Kur'an)
İşte Yahudilerin dinlerini eksik ve keyfi yaşamaları, zaman içinde evrilip din ve devletin-sosyal hayatın tamamen ayrılması... Kuran bunu şu çarpıcı ifadelerle dile getiriyor:
Ve: 'Ben, apaçık bir uyarıcıyım' de. Tıpkı o bölücülere indirdiğimiz (azâb)gibi. Kur'ânı da bölük pörçük edenlere. Rabbına kasem olsun ki, o yapmış olduklarından dolayı, onların hepsine mutlaka soracağız.(Hicr 89-93)

Bölücüler, işlerini, dünya ile ahiret işleri diye bölüp ayırmış, dünyayı Allah'tan bîgâne siyasetçilere terkedip ahiret işlerini ise mabetlere sıkıştırmışlardı. Oysa bu anlayış dinin köküne kibrit suyu dökmekten farksızdı. Esasında 'din' kavramına en yakın anlamlı ifadeyi bulmaya çalışırsak 'devlet' kavramını bulmuş oluruz. Zira din, egemenlik ve otoritenin koymuş olduğu yasalar ve o yasalar çerçevesindeki yaşamı, sosyal nizamı ifade eder. E zaten, devlet, otorite, otoritelin ortaya koyduğu yasalar ve yasalara boyun eğen halk topluluğundan oluşan kurumun ta kendisidir. Aslında din, devlet kavramının biraz daha geniş anlamlısıdır. Öyleyse dini devletten soyutlamak, bir insandaki kemikten eti sıyırıp ayırmak demektir. Eti sıyrılıp kopartılan birine artık yaşayan bir insan denilemez demeye gerek var mı bilmem? Aslında, İslam Dininden devlet soyutlanıp ayrıldığı an ortada İslam diye bir şey kalmaz. Kalan asla İslam değildir. Belki hedefini şaşırmış, dağınık ibadet yığınıdır artık.

İşte Kur’an, Yahudilerin, kitabın bir kısmını alıp ötekini bırakmalarına ‘kitabı parçalamak’ diyor ve bunu yapanlara da bölücü diyor.

Konuyu toparlayacak olursak, laiklik de tıpkı cahiliyye gibi bir olgudur. Belirli bir çağa has değildir. Yeni , modern bir icad ise hiç değildir. Yeni olan kısmı sadece ismi yani telaffuzudur. Muhtevası ta Hz. Şu’ayb(a.s)’ın kavmine dayanır. Kişini, Allah’tan bigane bir hayat tarzı yaşama isteğidir. Sosyal hayatta, edebiyatta, sanatta, hukuk ve yasalarda ilahi yasalardan bağımsız düşünme ve davranmanın adıdır laiklik. Dini sosyal hayattani devlet sisteminden çekip ibadetlere has kılmak ve vicdana hapsetmektir. Kur’an’daki namazı kılıp, fuhşu serbest bırakmaktır; zekatı verip faizi meşru kılmaktır. Allah’tan başka ilah yoktur deyip Allah’tan başka bir çok kanun kayucu ve yasama mercii kabul etmektir. Müslümanım deyip Allah’a isyan içinde olmaktır. Kişi laik olmaz, devlet laik olur demektir.

Namazı kılıp, namazın gereği olan, sosyal hayatta, devlet nizamı ve yönetiminde, eğitimde, ölçü ve tartıda adaletsiz olmaktır laiklik. Namazı kılıp, Allah’tan bigane sistemlere itaat edip onlar için mücadele vermektir. Tıpkı Şuayb(a.s)’ın kavmi gibi olmaktır.

Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten ben, sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu ben, sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum."
"Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."
"Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha
hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim."
Dediler ki: "Ey Şuayb, senin namazın mı atalarımızın kulluk ve itaat ettikleri şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın."(Hud84-87)

Elhamdulillahi Rabbil Alemin…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.