Sayfalar

Hamd, ancak Allah'adır. O’na hamdeder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz.

10 Kasım 2015 Salı

İslam Alametleri

Hamd, ezelden ebede dek yalnızca Allah’a özgüdür. O’nu över ve O’ndan Peygamber efendimizi,

O’nun ehli beytini ve sahabilerini rahmetiyle kuşatmasını dileriz. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının. Sizler, kesinlikle müslüman olarak ölün.” (3/Ali İmran 102)
“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve o ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar vücuda getirip (dünyanın dört bir tarafına) yayan Rabbinizden (emir ve nehiylerine riayetsizlikten) sakının. Adını anarak birbirinizden dilekler dilediğiniz Allah’tan ve sıla-i rahmi kesmekten korkun. Hiç şüphesiz ki O, sizin üzerinize Rakîb’tir. (En ince ayrıntısına kadar her halinizi daima gözetendir.)” (4 Nisa/1)
“Ey iman edenler! Allah’tan (emir ve nehiylerine riayetsizlikten) sakının ve doğru olan sözü söyleyin ki, Allah, yaptığınız amelleri kabul etsin ve günahlarınızı affetsin. Allah ve Resulüne itaat eden, elbette ki bütün büyük emel ve beklentilerini elde etmiştir.” (33 Ahzab/71)
Bütün hitap ve kitapların başında ifade edilmesi sünnet olan “hamd ve salat” fasılasını ifa ettikten sonra…
En doğru söz, Allah’ın kelamı ve en mustakim yol, Muhammed’in (s.a.v) rehberlik ettiği yoldur. Yoldan saptıran en şerli şeyler, dinde sonradan çıkartılan şeylerdir. (Din adına başlı başına bir ibadet olması amacıyla) dinde sonradan çıkartılan her şey bid’attir. Her bid’at sapkınlıktır. Ve hiç şüphesiz ki, her sapkınlık azaba mustehaktır.
Bugün yaşadığımız şu günde hararetli bir şekilde tartışılan meselelerden bir tanesi de üzerinde zahiren İslam alameti bulunan kimselere direk olarak Müslüman hükmü verilip verilemeyeceği meselesidir.
Meselenin gündem olmasının sebeplerinden bir tanesi de hiç şüphesiz apaçık bir müşrik toplumda yaşamamıza karşılık yaşadığımız toplumun fertlerinin tüm müşrik toplumlar gibi Allah’a iman iddiasında bulunmaları ve bu iddialarına nispetle bir önceki şeriatten yani Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in getirmiş olduğu şeriatten bir takım ibadet türü eylemleri bil fiil icra ediyor olmalarıdır. Merhum Seyyid Kutub (rahimehullah) içinde yaşadığımız bu hali yıllar önce şu şekilde dile getirmektedir:
“Bugün yeryüzünde isimleri Müslüman ismi, kendileri de Müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslâm yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -hakkıyla- Allah’dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu ülkeler de, hakkıyla günümüzde Allah’ın dinini din edinmiyorlar…”
Kendilerini Müslüman olarak isimlendirmelerine, buna binaen bir çok şer’i ameli işleyen ancak bununla beraber tevhidin esasından uzak, İslam dininden bihaber ve hayatları boyunca her daim Allah’a şirk koşan bir toplum… İşte böyle bir toplumda yaşamanın vermiş olduğu sıkıntılardan bir tanesi de bu toplumun fertlerine karşı Müslüman bir şahsiyetin ne şekilde bir tavır alacağı konusudur.
Bugün yaşadığımız şu günde bu konu üzerinde bir çok görüş dillerde dolaşmaktadır.
Burada hemen belirtmekte fayda vardır ki, bizler içinde yaşadığımız şu toplumun fertlerine, apaçık bir şekilde şirkten teberri etmedikleri sürece, ne bilinçsizce tevhid kelimesini ikrar etmelerinden ne de İslam alameti olarak zannedilen namaz gibi eylemleri işliyor olmalarından dolayı Müslüman hükmü uygulamamaktayız. Açık bir şekilde malum ve bilinen şirk itikadlarından teberi etmedikleri sürece bizim katımızda içinde yaşadığımız bu toplumun fertleri müşrik, kafir hükmündedir.
İşte biz bu yazımızda Allah’ın izniyle konu üzerinde uzunca bir zamandan bu yana yapmış olduğumuz araştırma sonucunda elde ettiğimiz bilgileri aktarmaya çalışacağız. Hiç şüphesiz gayret bizden takdir ise alemlerim Rabbi’ndendir.

Zahiren Üzerinde İslam Alameti Taşıyan Kimsenin Müslüman Olduğuna Dair Getirilen Deliller
Üzerinde İslam alametlerinden bir alameti bulunduran kimsenin zahiren Müslüman olarak isimlendirileceğine dair öne sürülen görüşün temelde getirmiş olduğu asli delil Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘den sahih senetle nakledilen “Kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi yerse bu kimse Müslümandır.” hadisidir.
Konu üzerinde ilk olarak bu hadisle istidlalde bulunan muhaliflerimiz bu hadisi zikrettikten sonra “üzerinde namaz gibi bir İslam alameti bulunduran kimse hükmen Müslümandır. Kendisinden açık bir şekilde şirk ve küfür görülmediği müddetçe bu kimseye Müslüman hükmü uygulanmalıdır” demektedirler.
Zahiren İslam alameti gösteren kimseye Müslüman hükmü verileceğine dair getirilen delilerden bir diğeri ise selef alimlerinin konu hakkındaki sözleridir. İşte bu nakillerden bazıları…
İbn-i Recep el-Hanbeli şöyle demektedir: “Bilinmesi zorunlu olan şeylerden birisi de, Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine gelerek İslam’a girmek isteyen herkesin yalnızca şehadeti söylemelerini yeterli kabul ettiği, bununla kanlarının güvencede olduğu ve bununla Müslüman sayıldıklarıdır. Nebi Aleyhissalatu Vesselam üzerine doğru kılıç kaldırdığında “La ilahe illallah” diyen kişiyi öldüren Usame ibn Zeyd’in bu davranışını şiddetle kınamıştır. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hiçbir zaman, Müslüman olmak için kendisine gelen bir kimseye herhangi bir şey şart koşmamıştır. Ancak daha sonra o kimse namazı ve zekatı yerine getirmekle yükümlü tutulurdu.”
Bir başka yerde ise İbn Receb şöyle der: “Kim şehadeti ikrar ederse, o kimsenin hükmen Müslüman olduğu kabul edilir. Eğer bu şekilde İslam’a girmişse, İslam’ın gerekleri olan diğer şeylerle yükümlü tutulur.”
Akidetu’t-Tahaviyye’yi şerheden İbnu Ebi’l-İz el-Hanefi şöyle der: “İslam’a has olan alametlerden her biri sebebi ile kişi Müslüman olarak kabul edilir.”
İbn Hacer şöyle der: “Hadiste insanların konumlarının zahire göre belirleneceği hükmü mevcuttur. Kim, din alametlerini ortaya koyarsa, İslam’a aykırı bir davranışta bulunmadıkça onun hakkında Müslümanlar için geçerli olan hüküm geçerli olur.”()
Muhalif görüşlerin delillerini bu şekilde belirttikten sonra getirilen bu delillere yönelik bizim sözlerimize gelince….
Kim Bizim Namazımızı Kılarsa…
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi bugün üzerinde yaşadığımız şu günde namaz kılan ya da buna benzer İslam alameti türünden söz ve fiilleri ortaya koyan kimseye Müslüman hükmü uygulanacağına dair ortaya atılan görüşün en kuvvetli delillerinden bir tanesi Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in şu hadisidir:
“Kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi yerse bu kimse Müslümandır.”
Ancak üzülerek belirtmekte fayda vardır ki, bu hadis ile istidlalde bulunan kimseler açık bir şekilde hadisin zahirine yapışmışlar, lafza/nutka tabi olarak mefhumdan uzaklaşmışlardır. Bilindiği üzere usulde asıl olan kendisiyle istidlalde bulunulacak metnin lafzı/nutku değil bilakis mefhumudur. Her ne kadar mefhumun ortaya çıkmasında lafzın/nutkun ciddi bir önemi varsa da hükümde asıl olan mefhumdur. Mefhumun terk edilerek lafza/nutka bağlı kalmak ise naslara karşı zahiri bir tutum sergilemekten başka bir şey değildir.
Bununla birlikte konu üzerinde yapılan diğer bir hata ise, bu hadisi delil olarak getiren kimseler konuya dair alimlerden sadece küçük bir kısmının sözlerini zikretmişler, muhaddis ve fukahanın görüşlerine kısmi olarak değinmişler ve özellikle Hanbelî alimlerinden alınan nakilleri ümmetin genel ittifakı olarak sunmuşlardır. Kısa bir süre önce konuyu tartıştığımız biri namaz kılan kimseye mutlak surette Müslüman hükmü verileceğini ve bu hususta icma olduğunu söyleyerek, icmaya muhalefet ettiğimiz iddiasıyla neredeyse bizi tekfir etmiştir. İşte burada yapılan en büyük hata konunun asli kaynaklardan tahkik etmemek, sadece konuyu değerlendiren birkaç muasır'ın fetvası ile amel etmektir.
Burada yapılan hatalardan bir tanesi de özellikle Hanbelî alimlerinin konuya dair vermiş oldukları fetvalarda illetin göz ardı edilmesidir. Öyle ki, namaz kılma amelini açık bir şekilde kişinin İslam’ı için yeterli olduğunu söyleyen Hanbelî alimleri dahi fetvalarının illetlerini açık ibarelerle belirtmişlerdir. Ancak bu ibareler her nedense göz ardı edilmiştir.
O halde burada sözü geçen hadisin bu çerçeve içinde yeniden değerlendirilmesi, hadise yönelik İslam ulemasının, muhaddislerin sözlerinin bir bütün olarak ele alınması, ümmetin genel kanaatinin aktarılması, verilen fetvalarda illetlerin ortaya konulması gerekmektedir.
* Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hadiste acaba neden “kim namaz kılarsa…” dememiş, buna karşılık “bizim kıldığımız namazımızı kılarsa…” demiştir? Zira hadiste “salatena” ifadesi kullanılarak Müslümanlara izafe edilen bir namaz, kişinin İslam’ı için şart olarak getirilmiştir?
* Hadiste niçin namaz ibadeti zikredilirken, oruç, zekat hac gibi diğer ibadetlerden hiç birisi zikredilmemiştir?
* Acaba neden “bizim namazımızı…” kılarsa şartı ile yetinilmeyip kıblemize dönme şartı da zikredilmektedir. Ve bu şart “bizim kıblemize” şeklinde getirilmiştir?
* Neden namazın taharet, setru-l avret gibi diğer şartları zikredilmemiş sadece kıblemize yönelme şartı zikredilmiştir?
* Bu iki şarta binaen neden üçüncü bir şart olarak “kestiğimizi yerse” şartı getirilmiştir. Kişinin bizim kestiğimiz yemesi ile Müslümanlığı arasında ne gibi bir ilişki vardır?
İşte tüm bu hususlar en ince detayına kadar incelenmeden hadisin sadece lafzıyla amel etmek ve lafızdan hüküm çıkarmak ister istemez doğru sonuca ulaşmaktan alıkoyacaktır. Bu ise doğal olarak Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in ümmetine vermek istediği mesajı anlayamamayı, O’nun öğretisinden uzak kalmayı beraberinde getirecektir. O halde burada konu üzerinde gerek şarihlerin gerekse de fukahanın değerlendirmelerini bir bütün olarak incelemek gerekmektedir.
Öncelikle hemen belirtmekte fayda vardır ki, iddia edildiği gibi namaz gibi bir alameti üzerinde taşıyan kimseye direkt olarak Müslüman hükmü verileceği görüşü üzerinde ne bir ittifak ne de bir icmadır. Bu iddia boş bir vehimden başka bir şey değildir. Dört mezheb alimleri arasında sadece Hanbeli alimleri namazı İslam alameti olarak görmüşlerdir. Nitekim Hanbeli fakihlerinden İbn-i Kudame el-Makdisi “Kafir namaz kıldığı zaman onun İslamına hükmedilir. Bunun cemaatle ya da ferdi olması ya da darul harbte ya da darul İslam’da olması arasında bir fark yoktur.” diyerek Hanbeli mezhebinin görüşünü söylemiştir. Ancak İbn-i Kudame bu ifadesinin hemen devamında namaz kılanın Müslümanlığına hükmetmeye karşılık zekat, oruç ve haccedenlerin İslamına hükmedilmeyeceğini söylemiş bunun sebebi olarak da “Muhakkak ki namaz, şehadet kelimesini ikrar etmek gibi sadece İslam dinine has bir ameldir. Ancak zekat, oruç ve hac gibi diğer amellere gelince onları yapanın İslamına hükmedilmez. Çünkü müşrikler Resulullah (s) zamanında hac ediyorlardı. Hatta Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) müşriklerle birlikte haccetmekten ashabını men etmişti. Zekata gelince o sadakadır. Mekkeli müşrikler sadaka veriyordu. Aynı şekilde Müslümanlardan alındığı haliyle zekat farz kılınmıştı. Bundan dolayı kişi zekat vermekle Müslüman olmaz. Oruca gelince tüm din mensupları oruç tutmaktadır. Ancak namaz sadece ehli İslam’a has bir amel olması dolayısıyla Müslümanların fiillerini kafirlerin fiilerinden ayırmaktadır. Bununla beraber kıbleye yönelmek, ruku ve secde etmek suretiyle kafirlerin namazından farklı bir namaz kılmadığı sürece sadece kıyam durmak, kişinin İslam’ı için yeterli bir fiil değildir. Çünkü kafirlerde namazlarında kıyamda durmaktadırlar.” demiştir.
Gerçekten İbn-i Kudame’nin konu üzerindeki değerlendirmeleri tekrar tekrar okumaya değerdir. Ve hadisi incelerken yukarıda yazmış olduğumuz bütün sorulara cevap vermektedir. Hanbeli alimlerinin, namaz ile kişinin İslam’ına hükmetmeleri, namazın Müslümanları kafirlerden ayıran mümeyyiz bir vasfının olması dolayısıyladır. Bundan dolayı sadece kıyamda durmakla kişinin İslam’ına hükmedilemeyeceği gibi hac, zekat ya da oruç gibi amellerden dolayı da kişinin İslam’ına hükmedilmemektedir. Bu görüş sadece İbn-i Kudame’nin görüşü olmayıp Hanbeli mezhebi alimleri bu hususu açık bir şekilde ifade etmişlerdir:
“Teşri edildiği üzere bütün heyetiyle kılınan namaz ancak bizim şeraitimize mahsus bir ibadettir. Kanın korunmasının namaza bağlanması namazın bizim şeraitimize has bir ibadet olmasındandır. Çünkü namaz bizim şeraitimize has bir rukundur. Zekat ve oruca gelince bununla kişinin İslam’ına hükmedilmez.”
Anlaşılacağı üzere Hanbeli alimleri namazı sadece Müslümanlara has bir fiil olması dolayısıyla kişinin İslam’ına hükmetmek için yeterli bir amel görmektedirler. Diğer bir değimle sadece Müslümanların ortaya koydukları bir amel olması sebebiyle namaz Müslümanları diğer din mensuplarından ayıran bir alameti farikadır. Sadece kıyam halinin yeterli bir alamet olmayacağı, aynı şekilde zekat, hac ve oruç gibi amelleri işleyen kimseye de Müslüman hükmü verilemeyeceği bu amellerin Müslümanlarla kafirler arasında onları birbirinden ayıran bir alamet olmamasından kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak Hanbelî alimlerinin namaz kılan bir kimseye Müslüman ismi vermelerinde yatan temel illet, namazı sadece Müslümanların kılmasından başka bir şey değildir. Nitekim kendileri de bunu açık açık dile getirmişler, bir karmaşanın hasıl olmaması adına sadece kıyam halini İslam alameti için yeterli görmemişlerdir. Aynı şekilde müşriklerin oruç, zekat ve hac ibadetini yapmaları sebebiyle bu tip ibadetleri yapan kişilerinde İslam’ına hükmetmemişlerdir. Koydukları kaide, verdikleri fetva olabildiğince açık ve nettir: Kim sadece Müslümanlara has olan bir amel işlerse, bu kimseye işlediği amel ile Müslüman hükmü veririz.
Soru: Bugün yaşadığımız şu zaman ve şu mekanda Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara atarak teşride bulunan, Allah’ın dinine savaş açan, Allah’ın diniden başka bir din olan demokrasi ile yatıp demokrasinin kokuşmuş meyvesi olan laiklikle kalkan, hayatlarını bütünüyle tağutlara ibadet etmekle geçiren, 3-5 sene de bir tağutlara teşri hakkını vermek suretiyle onlara iman tazeleyen, tasavvuf adı altında her türlü şirk ve küfrü işleyen kimselerin bizim kıblemize yönelerek bizim gibi namaz kıldıkları böyle bir günde acaba namaz ameli Müslümanlarla kafirleri birbirinden ayıran bir alameti farika mıdır? Apaçık bir şekilde şirklerine şahit olduğumuz milyonlarca insanın yaşadığı bir toplumda namaz ameline sadece Müslümanlara has bir amel diye isim vermek ve sahibini de Müslüman olarak isimlendirmek ne kadar doğrudur?
Cevap: Sorunun cevabını, yukarıda vermiş olduğumuz alıntılar ve özellikle de İbn-i Kudame’nin “Ancak zekat, oruç ve hac gibi diğer amellere gelince onları yapanın islamına hükmedilmez. Çünkü müşrikler Resulullah zamanında hac ediyorlardı. Zekata gelince o sadakadır. Mekkeli müşrikler sadaka veriyordu. Oruca gelince tüm din mensupları oruç tutmaktadır.” sözleri etrafında değerlendirmesi gereken okuyucunun fıkhına bırakıyoruz.
Özellikle bugün bu mesele etrafında yapılan tartışmalarda Hanbeli alimlerinin sözlerinin aktarılması ve bunun ümmetin ittifak ettiği görüş olarak telakki edilmesi ve yine Hanbeli alimlerinin mutlak olarak namazı kişinin İslam’ına hükmetmek için yeterli bir alamet görmelerinden dolayı hadisin açıklaması saadetinde sözlerimize Hanbeli mezhebi alimlerinin görüşlerini alıntılayarak başladık. Zira namaz gibi İslam alameti taşıyan kişiler zahiren Müslümandır görüşünün en kuvvetli savucuları Hanbeli mezhebi alimleridir. Ancak Hanbelî mezhebi dışında diğer mezhepler namaz gibi İslam alametinin kişinin İslam’ına hükmetmek için yeterli bir karine olmayacağı görüşündedirler. Bu hususta dört mezhebin görüşünün zikredildiği “el-Mevsuatu-l Kuveytiyye” de şu bilgilere yer verilmektedir:
“Gerek Hanefiler gerekse Hanbeliler namaz fiili ile kafirin Müslüman olacağına hükmetmişlerdir. Ancak Hanbeliler kılınan namazın cemaatle ya da ferdi olmasını yine aynı şekilde daru-l Harb ya da daru-l İslam’da olması arasında fark gözetmemişlerdir. Ne zaman namaz kılarsa İslamına hükmedilir demişlerdir. Hanefiler ise ancak vaktinde cemaatle tam bir namaz kılarsa İslam’ına hükmedilir demişlerdir. Malikiler ve Şafilerden bazıları ise, sadece namaz ile bir kafirin Müslümanlığına hükmedilmez. Çünkü namaz İslam’ın furuundandır. Hac etmek, oruc tutmak gibi sadece namaz kılmakla kişi Müslüman olmaz. Çünkü Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnsanlarla La İlahe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum…” demiştir. Yine Şafilerden bazıları “şayet daru-l İslam’da namaz kılarsa onun islamına hükmedilmez. Çünkü bu durumda dinini gizleyerek namaz kılması ihtimali vardır.”
Hanefi alimleri Hanbeli alimleri gibi İslam alametini kişinin İslam’ı için yeterli bir hal olarak görmekle birlikte namazın İslam alameti olabilmesi için cemaatle kılınması şart koşmuşlar, ferdi namaz kılan bir kimsenin Müslümanlığına hükmedilemeyeceğini söylemişlerdir. İbn-i Nüceym şöyle demiştir:
“Asıl olan şudur ki; kafir bir kimse ferdi namaz kılmak, oruç tutmak, kamil olmayan bir şekilde hac etmek sadaka vermek gibi diğer din sahiplerinin de yapmış olduğu ibadetlerden birisini yapmasıyla Müslüman olduğuna hükmedilmez. Yine aynı şekilde teyemmüm gibi bizim şeraitimize has olan ancak asli ibadetlerden olmayan bir amelle de Müslüman olduğuna hükmedilmez.”
Hanefi alimleri bu görüşlerine delil olarak ise hadiste geçen “bizim namazımızı kılarsa…” ifadesini getirmişler ve sadece cemaatle namazın bizim ümmetimize has bir amel olduğunu söylemişlerdir:
“Şayet bir kafir cemaatle namaz kılarsa bizim katımızda onun islamına hükmedilir. Çünkü cemaatle namaz münferid namaza muhalif olarak sadece bu ümmete has bir ameldir. Ferdi namaz diğer ümmetlerinde amellerindendir. Nitekim Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “bizim kıldığımız namaz” demiş ve kıblemize yönelme şartı getirmiştir. Bununla (bizim namazımız ifadesiyle) kastedilen sadece bu ümmete has olması sebebiyle cemaatla kılınan namazdır.”
“Bizim namazımız ile kastedilen kafir topluluklarının cemaatle namaz kılmamasına binaen sadece bizim ümmetimize has olması hasebiyle cemaatle kılınan namazdır.”
Görüleceği üzere Hanefi alimlerinin de konu üzerindeki görüşlerinin altında yatan temel illet, kişiye Müslüman hükmünün verilebilmesi için sadece Müslümanlara has olan amelleri işlemiş olması gerekliliğidir. İşte sadece bu sebepten dolayı Hanefi alimleri ferdi namazı kişinin İslamına hükmetmek için yeterli bir şart olarak görmemişler ve bunu da münferid olarak kılınan bir namazın sadece Müslümanlara has olmayan bir amel olduğu esasına bağlamışlardır.
Not: Çok kısa bir süre önce ve her 3-5 yılda bir yığınla insanın demokrasinin gereklerini işlemek suretiyle Allah’a şirk koştukları böyle bir günde bu insanların büyük bir çoğunluğunun namaz kıldıkları ve “ben müslümanım” dedikleri göz önüne alınarak bugün namaz amelinin sadece Müslümanlara has bir amel olmadığını söyleyen ve bu söylemlerine binaen namaz kılan kimselere Müslüman hükmü vermeyen davetçilerin “harici” ya da “tekfirci” olarak isimlendirilmeleri konusunun yukarıda verilen fetvalar ışığında yeniden değerlendirilmesinde fayda vardır…
Konu üzerinde Malikî mezhebi alimlerinin görüşlerine gelince, bu konuda Malikî mezhebinden farklı görüşler gelmektedir. Nitekim eş-Şerhu-l Kebir’de namaz kılan bir kimse için “iki şehadet kelimesini söylemediği müddetçe islamına hükmedilmez.” denilmiştir. Buna karşılık eş-Şerhu-l Kebir’in haşiyesi olan Haşiyetu-d Dusuki’de ise her iki görüşte, yani namaz kılan bir kimsenin Müslümanlığına hükmedilebileceği gibi Müslümanlığına hükmedilmeyeceği görüşleri de zikredilmiştir.
Ancak konu üzerine dört mezhebin görüşlerini zikreden kitapların hemen hemen hepsinde Malikilerin asli görüşünün namaz kılan bir kimseye direkt olarak İslam hükmü uygulanamayacağıdır. Nitekim yukarıda geçtiği üzere Mevsuatu-l Kuveytiyye’de “Malikiler sadece namaz ile bir kafirin Müslümanlığına hükmedilmez.” denilirken, İmam Kurtubi tefsirinde tercih edilen görüşün kişinin namaz kılmasıyla direkt Müslüman olarak isimlendirilemeyeceğini, aslının araştırılması gerektiğini söylemiştir:
“Şayet kâfir bir kimse namaz kılar yahut İslam özelliklerinden olan bir fi­ili işleyecek olursa, ilim adamlarımız (Maliki mezhebi alimleri) hakkında fark­lı kanaatlere sahiptirler, İbnü’l-Arabî der ki: Görüşümüze göre böyle bir kim­se bunları yapmakla müslüman olmaz. Şayet ona: “Bu namazın arka planı ne­dir?” diye sorulacak olursa, o da: “Benim bu kıldığım namaz, müslüman ola­rak kıldığım namazdır”, derse ona; “Lailahe illallah de” denilir. Şayet bunu söyleyecek olursa, doğru söylediği ortaya çıkar. Eğer bunu söylemeyi kabul et­mezse, onun bu davranışının bir oyun olduğunu öğrenmiş oluruz. Bununla birlikte böyle bir davranışta bulunmakla müslüman olacağını kabul edenle­rin görüşüne göre, irtidat etmiş olur. Ancak sahih olan bunun irtidat değil de asli bir küfür olduğudur.”
Aslen Malikî mezhebi kaynaklarının bir çoğunda kişinin İslam’ı için esas olan hususun tevhid kelimesinin ikrarı ile beraber zahiri amellerin yerine getirilmesi şart olarak getirilmiştir. Her ne kadar bazı Malikî alimlerinden bu konuda ihtilaf olduğu zikredilse de bu ihtilafın zayıf olduğu görüşü benimsenmiştir.
Şafi mezhebine gelince, Şafiler “İnsanlarla La İlahe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisini delil olarak getirmişler ve İslam alameti göstermekle kişinin İslam’ına hükmedilemeyeceğini söylemişlerdir. İmam Nevevi bu hususta şunları söylemektedir:
“Aslen kafir olan bir kimse imamlık yaparak, imama tabi olarak, münferiden, mescide ya da başka bir yerde ne şekilde olursa olsun namaz kılmakla Müslüman olmaz. Darul İslam ya da Darul Harbte olması da durumu değiştirmez. Bu İmam Şafi’nin Kitabu-l Umde geçen ifadesidir.”
Daha sonra İmam Nevevi konuya dair ihtilafları getirmekte, mezhep alimlerinden bir kısmının daru-l harbte kişinin namaz kılmasının İslam’ına alamet olacağını ancak darul İslam’da takiyye ihtimalinden dolayı namaz kılan bir kimsenin İslam’ına hükmedilmeyeceğini, yine namazda teşehhüd esnasında kişinin şehadet kelimesini getirmesiyle İslam’ına hükmedilip hükmedilemeyeceğine dair ihtilafları uzun uzun zikretmektedir. Aynı şekilde “Mevsuatu-l Kuveytiye’de” Şafilerin bir kısmının “sadece namaz ile bir kafirin Müslümanlığına hükmedilmez. Çünkü namaz İslam’ın furuundandır. Hac etmek, oruc tutmak gibi sadece namaz kılmak kişi Müslüman olmaz. Çünkü Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnsanlarla La İlahe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum…” demiştir. Yine Şafilerden bazıları “şayet daru-l İslam’da namaz kılarsa onun islamına hükmedilmez. Çünkü bu durumda dinini gizleyerek namaz kılması ihtimali vardır.” dediklerini nakletmiştik.
Görüleceği üzere Şafii alimleri namaz kılan kimsenin ne şekilde olursa olsun İslam’ına hükmedilmeyeceğini açık olarak ifade etmişlerdir. Burada dikkate değer husus ise, Şafilerden bazılarının darul harp darul İslam ayrımına gitmeleridir. Aslen kafir olan bir kimsenin darul İslam’da namaz kılmasıyla kendisine Müslüman hükmü uygulanmayacağını söylemeleri ve bunu da takiyye ihtimaline bağlamaları kayda değer bir görüştür. Yani Şafilerden namazın darul İslam’da İslam alameti olmayacağını söyleyen bazı alimler bunun illetini Darul İslam’da kılacağı namazdaki ihtimale bağlamışlardır. Ve ihtimalli bir hal anında kişinin namaz kılmasıyla İslamına hükmetmemişlerdir. Bu gerçekten alimlerin fıkhının derinliğine bir işarettir.
Burada son olarak “kim bizim namazımızı kılarsa…” hadisinin Buhari’de geçen bir diğer rivayetini vermekte fayda vardır. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlarla La İlahe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikten sonra bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, ve bizim kestiğimizi yerse kanları ve malları bizim üzerimize haram olur. Ancak İslam’ın hakkı müstesna. Hesapları ise Allah’a kalmıştır.”
Görüleceği üzere bu hadiste kişilerin İslam’ı için öncelikle La İlahe İllallah demeleri şart koşulmuş, tevhid kelimesinin ikrarından sonra “kim bizim namazımızı kılarsa…” denilmiştir. 
Şafilerden Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî bu hadisin şerhinde konuyu geçtiğimiz sayfalarda söylediğimiz gibi zaman ve mekan açısında ele alarak şu mükemmel değerlendirmeleri yapmıştır:
“Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hadiste kelime-i tevhidin ikinci kısmını, yani kendisinin risaletine iman etmenin gerekliliğini zikretmemiş sadece tevhid kelimesinin ikrarı ile yetinmiştir. Ancak burada o da kastedilmektedir. Şöyle ki, bir kimse “el-hamdu” okudum dediği zaman Fatiha Suresi’nin tamamını okuduğunu kastetmektedir. Bir başka görüşe göre ise, hadisin bu kısmı tevhidi inkar edenler hakkında varid olmuştur. Tevhidi inkar eden bir kimse şayet tevhid kelimesini ikrar ederse ehli kitabın muvahhidleri gibi olur ki, Resulullah’ın getirdiği diğer şeylere iman etmesi gerekir. İşte bundan dolayı zikredilen ameller tevhide atfedilmiştir. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnsanlarla La İlahe İllalah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” dedikten sonra “kim bizim namazımızı kılarsa” demiştir. Çünkü dinin gerektirdiği namaz, risaleti de kabul etmeyi gerektirir.

Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zikredilen amellerle yetinmesinin sebebi şudur: Ehli kitaptan tevhidi kabul edenler her ne kadar namaz kılıp, kıbleye yönelip, hayvan keselerde, bizim gibi namaz kılmazlar, bizim kıblemize yönelmezler. Onlardan bir kısmı Allah’tan başkası için kurban keserken, bir kısmı ise bizim kestiğimizi yemez. Bu sebepten dolayıdır ki, bir başka rivayette “bizim kestiğimizi yerse…” buyrulmuştur. İlk dönemde dinin alanına giren konuların aksine, insanların namaz ve yeme konusunda nasıl bir yaşantı sürdürdüklerini anlamak kolaydı. Ondan dolayı bu hususlar esas alınmıştır.” 

Gerçekten Hafız İbn-i Hacer konuyu ilmine ve fıkhına yakışır bir şekilde ele almış, şahıslara İslam Hükmü vermeyi zaman ve mekan açısından çok güzel tespit etmiştir. Nitekim aslen yukarıdaki hadise baktığımızda da Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kimlere İslam hükmü uygulayacağımız hususunda mükemmel bir tanım yapmaktadır. Hadiste öncelikle tevhid kelimesinin ikrarı şart olarak getirilmiş, bu şekilde aslen ilk defa İslam’a davet edilen Mekkeli müşriklerden bir ferde hangi ameli neticesinde Müslüman hükmü uygulamamız gerektiği buyrulmuş, arkasından ise diğer şartlar ilave edilerek Mekkeli müşriklere yönelik uygulamadan ehli kitap çıkarılmıştır. Zira ehli kitabın tevhidi ikrar etmeleri kendileri için bir İslam alameti değildir. Onlar şirk halinde iken bu kelimeyi ikrar etmektedirler. O halde ehli kitaptan bir ferde Müslüman hükmünü uygulamak için yeni şartların getirilmesi gerekir ve bu şartlarında ayırıcı ve mümeyyiz olması gerekir. Nitekim hadiste namaz kılma, kıbleye yönelme ve kestiğimizi yeme şartları ilave olarak getirilmiş ve bu şartlarda Müslümanlara izafe edilen bir namaz, Müslümanların yöneldiği bir kıble ve Müslümanların kestiğini yemek şartlarıyla tekid edilmiştir.

Sonuç olarak konu hakkında vermiş olduğumuz bilgiler ışığında diyoruz ki…

Öncelikle İslam alameti taşıyan bir kimseye direk olarak Müslüman hükmü verileceği görüşü üzerinde ne ümmetin bir ittifakı ne de bir icma vardır. Mezhep alimlerinden sadece Hanbelî alimleri namazı açık bir İslam alameti olarak görmüşler ve ne şekilde olursa olsun namaz kılan bir kimseye Müslüman hükmü verileceğini belirtmişlerdir. Ancak Hanbelî alimleri bu fetvalarına temel esas olarak namaz amelinin sadece İslam dininde olduğunu, kafir ve müşriklerin namaz gibi bir ameli icra etmediklerini almışlardır. Buna karşılık Hanefi alimleri de namazın bir İslam alameti olduğunu, ancak ferdi kılınan namaz ile kişiye Müslüman hükmü verilmeyeceğini, zira diğer din mensuplarının da ferdi olarak namaz kıldıklarını, buna karşılık cemaatle namazın sadece bu ümmete mahsus olmasından dolayı İslam alameti olduğunu ve sahibine Müslüman hükmü verileceğini söylemişlerdir. Hanefi alimlerinin fetvalarında da temel illet ortaya konulan amelin sadece Müslümanlara has olmasıdır.

Maliki ve Şafilere gelince, onlar İslam alameti ile kişilere Müslüman hükmü uygulanamayacağını sarih bir şekilde belirtmişlerdir.

Bilinmesi gerekir ki, tüm müşrik toplumların kendilerine has dini özellikleri vardır. Müşrik toplumlar Allah’a iman iddiası içindedirler. Müşrik toplumlar kendilerini bir önceki şeriate nispet ederler. Müşrik toplumlar bu nispetlerinin sonucunda bir takım amellerde bulunurlar. Müşrik toplumlardan bir kısmı ehli kitap gibi tevhid kelimesini ikrar ederler. Bir kısmı hac ederler. Bir kısmı oruç tutarlar. Yada tüm bu amellerin hepsini aynı anda yapan Müşrik toplumlarla da karşılaşmak mümkündür.

Bugün içinde yaşadığımız bu toplumda tüm diğer müşrik toplumlar gibi Allah’a iman ettiğini iddia eden, bu iddialarının neticesinde kendilerini Resulullah’a nispet eden ve bir takım amellerde bulunan bir toplumdur. İçinde yaşadığımız bu toplumun fertlerinin La İlahe İllallah demeleri, kendilerini Müslüman olarak isimlendirmeleri, namaz kılıp dini ibadetlerde bulunmaları İslam dininin hususiyeti olmasından değil kendi şirk dinlerinin bir gereğidir. Ve bizler asla müşriklerin kendi dinleri gereği ortaya koydukları amellerle onları Müslüman olarak isimlendiremeyiz.

Yukarıda ilim ehlinden getirdiğimiz nakillerde açıkca görüldüğü gibi bir amelin “İslam Alameti” olabilmesi için o amelin sadece Müslümanlara has ve Müslümanların icra ettiği amel olması gereklidir. Bu şart olmadığı sürece kişileri kendi dinlerinin gereği olan bir amel sebebiyle Müslüman olarak isimlendiremeyiz. Velev ki bu amelde İslam dininde olan bir amel olsa da durum bu şekildedir. Bu söylediklerimizi ispat saadetinde sadece ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyanların tevhid kelimesini ikrar etmelerine karşılık neden bu söylemleri neticesinde kendilerine Müslüman hükmünün verilmemesini örnek olarak gösterebiliriz.

Ehli Kitaptan olan Yahudi ve Hrıstiyanlar kendi dinlerinin bir gereği olarak “La İlahe İllallah” demektedirler ancak Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletine inanmamaktadırlar. İşte bundan dolayı İslam alimleri ehli kitaptan olan bir müşriğin tevhid kelimesini ikrar etmesiyle yani “La İlahe İllallah” demesiyle Müslüman olamayacağını buna karşılık mutlak surette “Muhammedun Resulullah” demesinin de gerektiğini açıl bir şekilde belirtmişlerdir. Bunun tek sebebi ise ehli kitabın zaten şirk halinde iken tevhid kelimesini söylüyor olmalarıdır. Bakınız “İnsanlarla La İlahe İllallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum” hadisine dair İmam Nevevî Müslim şerhinde Kadı Iyaz ve Hattabi’den şu sözleri nakletmektedir:

Kadı Iyaz der ki: “Mal ve can dokunulmazlığının La İlahe İllallah diyenlere mahsus oluşu imana icabetin ifadesidir. Bu sözle kastedilenler Arap müşrikleri olan putperestler ve bir Allah’ı tanımayanlardır. İlk defa İslam’a davet olunanlar ve bu uğurda kendileri ile harb edilenler bunlardır. La İlahe İllallah kelimesini telaf­fuz edenlere gelince onların dokunulmazlığı için yalnız La İlahe İllallah demeleri kafi değildir. Çünkü onlar bu kelimeyi küfür halinde iken söylemektedirler. Zaten Allah’ı birlemek onların itikadları cümlesindendir.”

Hattabi der ki: “Malumdur ki bununla ehli kitab değil putperestler kastedilmiştir. Çünkü ehli kitap olanlar Al­lah’tan başka ilah yoktur derler de yine de tepelerinden kılıç inmez.”

burada şu hususu hassasiyetle belirtmekte fayda vardır ki, İslam alimleri hiçbir zaman müşrik toplumlarının kendi dinleri gereği olarak bir takım amellerde bulunmalarını o toplumun fertleri için İslam alameti olarak görmemişlerdir. İslam alametlerinin en makbulu olan tevhid kelimesinin ikrarı dahi ehli kitap kafirlerinin dinlerinin bir gereği olduğu için, onlar tevhid kelimesini ikrar etmekle Müslüman hükmünü almaya hak kazanamamışlardır. O halde bize düşen içinde yaşadığımız şu toplumun fertlerine kendi dinlerinin bir gereği olarak ortaya koydukları ameller neticesinde onlara direk olarak Müslüman hükmü vermek olmamalıdır.

Burada son olarak kısaca “İslam Alameti” ifadesi üzerinde durmakta fayda vardır. Yukarıda nakletmiş olduğumuz fetvalar çerçevesince şu hususu rahatlıkla söylemekte fayda vardır ki İslam alameti sadece ama sadece Müslümanlara has olan amellerdir. Zira alamet; bir şeyin kendi türündeki diğerlerinden farklılığını belirten nitelikleridir.

Öyle ise İslam alameti; hangi zaman ve zeminde olursa olsun sadece Müslümanların ortaya koydukları söz ve fiillerdir. İslam alameti olarak telakki edilen bir söz ve fiili kafir ve müşriklerde görmek söz konusu değildir.

Biz bu yazımızda günümüz müşrik toplumunun ferlerinin namaz kılmalarıyla kendilerine kesinlikle Müslüman hükmünü uygulanamayacağını açıklamaya çalıştık. Hiç şüphesiz doğrularımız Alemlerin Rabbi’nin yardım ve inayetiyledir. Hatalarımız ise nefislerimizin kötülüklerin dendir. 

Bidayette ve nihayette hamd ancak alemlerin Rabbi Allah içindir.
________________________________________________________________

 Fi’Zilal-il Kur’an, 2/1106

Buhari: 391.

 Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem: s: 72.

 Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hikem, s: 21.

 Fethu’l-Bârî: 1/497.

Buhari: 391.

El-Muğni, Faslun Salatu-l Kafir, 7114. Fasıl. 19/488.

El-Muğni, Faslun Salatu-l Kafir, 7114. Fasıl. 19/488.

Şerhu Munteha-l İradat, Kitabu-s Salat, 1/301.

Keşfu-l Kına an Metni-l Ikna’, Kitabu-s Salat; 2/114.

Şerhu Gayetu-l Munteha,  Faslun Tevbetu-l Mürteddin, 18/399.

Şerhu Munteha-l İradat, Faslun Tevbetu-l Mürteddin, 11/325.

el-Mevsuatu-l  Kuveytiyyeh Bab: İslam 1/1380.

el-Mevsuatu-l  Kuveytiyyeh Bab: İslam 1/1380

Haşiyetu Reddu-l Muhtar, 1/381.

Dureru-l Hukkam Şerhu Gureru-l Ahkam, 1/220

eş-Şerhu-l Kebir, 1/326

Haşiyetu-d Dusukî Ala Şerhi-l Kebir, 3/227

Kurtubi Tefsiri Tercümesi

Haşiyetu-d Dusuki ala Şerhı-l Kebir, 3/227

Şerhu-l Mühezzeb, 4/252

el-Mevsuatu-l  Kuveytiyyeh Bab: İslam 1/1380.

Faslun İstikbalu-l Kıble, H.N: 379.

Fethu-l Bari, Fadlun İstikbalu-l Kıble, Bab: 28 Hadis No: 391

İmam Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi 2/156

İmam Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi 2/156


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.